İKİ TUHAF ADAM VE BİR ALBÜM : A LETTER HOME
Bu yazımda size iki şapkalı tuhaf adamdan ve müthiş bir albümden bahsedeceğim. İki tuhaf müzisyen. Biri hayatının sonbaharında, çok güzel eserler vermiş ama hala üretiyor, diğeri ise kariyerinin tam da zirvesinde ama şimdiden neredeyse yapmadığı şey kalmamış. Bambaşka zaman dilimlerinde yaşayan bu iki tuhaf adamın ortak noktası ise “ses” fetişisti olması. Bu yola öyle baş koymuşlar ki, bütün dertleri sese hiç müdahale etmeden en doğal haliyle dinleyiciye aktarmak. Bu saplantıdan yola çıkarak bugüne kadar yapılan en ilginç kaydı yapmışlar ve bunu bir albüm haline getirmişler : A LETTER HOME.
Albümü incelemeden önce bu iki tuhaf adamı tanımaya ve anlamaya çalışalım.
NEIL YOUNG
12 Kasım 1945 Kanada doğumlu ve folk rock türüne gönül vermiş bir sanatçı olan Neil Young çok yönlü bir müzisyen. Vokali, kendine has gitar çalma tekniği ve akustik kabiliyeti sayesinde dünyanın en iyi müzisyenleri arasında. Müziğe Buffalo Springfield grubunda başlayan sanatçı, 1968 yılında kendi adını taşıyan ilk solo albümünü yayınladı. Bu arada şapkası önemlidir. Şimdi kısaca bazı önemli albümlerine göz atalım:
1969 yılında, daha sonraki zamanlarda pek çok kez birlikte çalacağı grup Crazy Horse ile “Everybody Knows This Is Nowhere” albümünü çıkarttl ve bu albümde yer alan “Cowgirl In The Sand” ve “Cinnamon Girl” bugün bile hala dinlenen şarkılar olarak oldukça dikkat çekti.
Neil Young çok sevdiği akustik kayıtlara 1970 yılında yönelmeye başladı. Akustik konusuna yönlenmesindeki en büyük etken sanatçının her daim ilgi duyduğu “doğal ve yalın ses”e olan merakı oldu. Young bu dönemde kayıt teknikleriyle de daha yakından ilgilenmeye başladı ve kendine göre yöntemler geliştirdi. Sanatçı aynı zamanda siyasi tarihe olan ilgisi nedeniyle olaylara bakış açısını hep müziklerine yansıttı. O sene efsane albümü “After The Gold Rush”ı çıkarttı. Albümde ABD’nin güney eyaletlerinde yaşanan ırkçılığı eleştiren “Southern Man” isimli şarkısı sanatçıyı bir anda geniş kitleler tarafından bilinir duruma getirdi.
Bu başarının ardından 1972 yılında kariyerinin zirvesi olarak kabul edilen “Harvest” albümü geldi. Albüm müzik otoritelerince tüm zamanların en iyi albümlerinden biri olarak kabul nitelendirildi. Bu albümden çıkan “Heart Of Gold” rock tarihinin en güzel eserlerinden biri oldu ve pek çok sanatçı tarafından da seslendirildi.
Neil Young bu başarıları elde ederken, bir taraftan da tarihte yaşanmış olaylara olan tepkisini şarkılarına yansıtmaya devam ediyordu. Ancak 1975 yılında eski grubu Crazy Horse ile yaptığı “Zuma” albümünde yer alan ve İspanya’nın Güney Amerika’yı keşfinde yaptığı katliamları anlatan “Cortez The killer” şarkısı, sanatçının ciddi tepkiler almasına yol açtı. Bu tepkiler üzerine ardından gelen 1978 tarihli “Comes A Time” albümünde sanatçı biraz daha sessiz-sakin ballad’lara ve folk tarzına yöneldi. Bir yıl sonra ise bir konser kaydı olan “Rust Never Sleeps” albümü aslında bu sessizliğe bir cevap olarak geldi. Albümde yer alan hard rock tarzında “Hey Hey, My My (Into The Black)” şarkısı ile bu şarkının akustik versiyonu olan “My My, Hey Hey (Out Of The Blue)” sanatçının en beğenilen eserleri arasına girmeyi başardı.
Şu konuyu önemle belirtmekte fayda var ki, Neil Young yaptığı her albümde gitarın sesini daha fazla açarak, neredeyse distorsiyona varan farklı bir teknik ile mutlu olmakta ve albüm kayıtlarında buna hiç bir şekilde müdahale etmemekte, ettirmemekte idi. Bir konser kaydı olan “Into The Black” de dikkat çeken bu distorsif elektro gitar tarzı artık onun kendi tarzı haline geldi. Bununla birlikte yine sesin en yalın hali olan akustik de onu mutlu ettiği için, ilk kez bu albümde aynı şarkının akustik versiyonuna yer verdi. Bu konser albümü sanatçının aslında kendini bulduğu, kendisi için önemli bir deneyim albümü oldu.
Ses artık onda bir takıntı haline gelmeye başladı. Bundan sonra pek çok güzel albüm çıkartan sanatçı, çıkarttığı her albümde bu konuya özen gösterdi ancak iş müzik endüstrisi dijital platforma göz kırpmaya başlayınca değişti.
PonoMusic
Bildiğiniz gibi 1990’lı yıllarda müzik endüstrisinin dijitale yönelerek, analog kayıtların yerini dijitale bırakması ile CD’lerin yükselişi mevcut kayıt teknolojilerini tamamen değiştirmiştir. 2000’li yıllarda ise bu kez CD’lerin yerini Mp3 denilen son derece özensiz, kalitesiz ses formatına bırakması, seste en büyük kırılmayı ve hatta yozlaşmayı beraberinde getirmiştir. Bir süre sonra yükselen trend Stream ile bazı farklı formatlarda daha iyi sese ulaşma çabası başlamış, odyofil müzik dinleyicileri için alternatif çözümler, daha yüksek çözünürlüklü modeller geliştirilmiş ve geliştirilmektedir. FLAC (Free Lossless Audio Codec), DSD (Direct Stream Digital) gibi 16 bit, 24 bit ve daha yüksek çözünürlüklü dosyalar ile kayıpsız tabir edilen formatlar bunlardan bazıları olmakla birlikte, aslında hepsinin varmak istediği yer yine analog ses kalitesi yani kaydın yapıldığı andaki sestir. Her ne kadar günümüzde analog kayıt yaparak plak basan sanatçılar, stüdyolar ve plak tesisleri olsa da (ki bunlardan birisi de bu yazının konusu olan ikinci tuhaf kişiye ait), maliyeti çok yüksek olduğu için büyük projeler dışında tercih edilmemekte ve analog olarak basılan albüm sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir. Bütün bu gelişmelerin takip edilerek daha kaliteli sese yönelmek ise her sanatçının harcı değil elbette ancak Neil Young gibi bu konuda takıntısı olan sanatçılar yüksek kaliteli ses kayıtlarına yönelmektedir.
Bu amaçla sanatçı kalitesiz sıkıştırılmış müziğin bir alternatifini sunabilmek için PonoMusic isimli bir stream müzik sitesi kurdu. Sadece ücretli üyelere hizmet veren PonoMusic ile yüksek kaliteli sesi hedefleyen Young, kendisine finansör bulmak için epey uğraştı ve nihayet büyük plak şirketleri ile anlaştı. Katıldığı pek çok radyo ve televizyon programında konuşan sanatçı, müzik ve ses iletiminin hassas bir çalışma gerektirdiğini, bir müzik eserinin her tınısının mutlaka duyulması gerektiğini, aksi durumda müziğin anlaşılamayacağını dile getirdi, mevcut stream kanallarını da kötü müzik yaymakla suçladı, tüm eserlerini bu kanallardan çektiğini belirterek, dinleyicileri de bu kanalları kullanmamaları için uyardı. Bununla da yetinmeyip, yeniden basılan plakların da aslında CD mastırlarından basıldığını, bunların gerçek anlamda plak olmadığını da söylemekten geri kalmadı. Stream sitelerinde ve CD’lerde dinlenen müzikteki ses kaybından dolayı kayıt esnasındaki her sesi duymanın mümkün olmadığını ifade eden sanatçı, müzisyenlerin bile kendi eserlerini yüksek kaliteli bir kayıt ile dinledikten sonra duydukları seslerden dolayı şaşırdıklarını belirtti.
İşte bu derece ses takıntısı olan Neil Young’ın bu demeçleri kendi gibi takıntılı ve tuhaf olan başka bir sanatçının dikkatini çekerek muhteşem bir albüm olan “A Letter Home” a giden süreci başlattı.
JACK WHITE
2000’li yılların en mühim müzisyenlerinden biri Jack White. Tuttuğunu değerli kılmakta üstüne yok. Bazen, dahi mi yoksa deli mi kestirmesi güç. Bir ayağı geçmişte bir ayağı günümüzde. Günümüzün en kendine has rock yıldızlarından birisi olarak nitelendirilen Jack White’ı gelin daha yakından tanıyalım.
John Anthony Gillis, nam-ı diğer Jack White 9 Temmuz 1975 yılında Detroit, Michigan’da doğmuş başka bir tuhaf adam. 8 kez Grammy ödülü kazanmış ama bunu pek umursamayan sanatçı on parmağında on marifet olan ilginç bir kişilik. Mobilyacı, yapımcı, aktör gibi farklı kariyerleri kendinde barındıran sanatçı mandolin, gitar, bas gitar, piyano, klavye, org, bateri gibi çaldığı enstrumanların çeşitliği sebebiyle “multi-enstrumantalist” olarak nitelendiriliyor. Bir tahta parçası, bir çelik tel, kola şişesi ve bir manyetikten yaptığı gitar benzeri enstrumanları çalan sanatçının bu aletten çıkarttığı ses ile normal bir elektrogitardan çıkarttığı tını neredeyse aynı. Kendi tasarladığı ilginç kıyafetleri şapkası ile tamamlayarak çektiği ilginç klipler kısa sürede dikkati çekti ve genç yaşında ona kariyerinin zirvesine çıkartacak yolu açtı. Bazı klipleri ve müzikleri o kadar anlaşılmazdı ki, sanatçı için “Understanding Jack White” isimli forumlar açıldı. Bu sebeple bizim de White’ı anlamak için kısaca çocukluğuna ve gençliğine bakmamız gerekiyor.
Polonya, İskoçya ve Kanada kökenli 10 çocuklu Gillis ailesinin dokuzuncu çocuğu olan John Anthony ailesinden dolayı koyu katolik kurallar ile büyüdü. Babası Detroit yerel Başpiskoposluğunda muhafaza memuru, annesi de yine aynı kurumda sekreterlik yapmaktaydı. 5 yaşındayken müzik aletleri kullanmaya başlayan John Anthony ilk olarak bateri çalmayı öğrendi. Ağabeyi ile beraber sık sık şarkı kayıtları yapan John, her zaman bateri çalmanın gitarı daha kolay öğrenme yolunda avantaj olduğunu söyledi.
Detroit’in orta sınıfının ikamet ettiği bir mahallede, 1910’lu yıllardan kalma büyük bir ahşap evde büyüdü. Yaşıtları elektronik müzik ve hip hop gibi müzikler dinlerken, John daha çok Blues kökenli ve rock ağırlıklı müzikler dinledi. 1987 yılında henüz 12 yaşındayken “The Rosary Murders” filminde küçük bir rolde oynadı.
2005 yılında “60 Minutes” isimli programda verdiği röportajda; 14 yaşındayken rahip olmaya karar verdiğini ancak Wisconsin’de yatılı Katolik eğitimi alacakken daha yeni bir amfi aldığını ve okulun bu amfiyi yanında getirmesini kabul etmediğini, bu sebeple rahip olmaktan vazgeçip müziği tercih ettiğini söylemiştir.
Az daha bir katolik rahip olacakken amfisi yüzünden fikrini değiştiren John, Detroit’te “Cass Tech” Teknik Lisesi Müzik Bölümüne kaydoldu. 1990 yılında yani 15 yaşındayken tuhaf bir şekilde kariyerini ticaret sektöründe çizmeye karar veren John, aile dostları olan Brian Muldoon’ın mobilya atölyesinde part time çırak olarak çalışmaya başladı. Bir süre daha farklı işletmelerde mobilya sektöründe çalıştıktan sonra, 1993 yılında kendi başına “Third Man Döşemecilik” adında atölye kurdu. Sloganı “mobilyalarınız henüz ölmedi” olan iş yerinin tabelası ve kartviziti sarı-siyah temalı, üniforması ise kendi tasarımı olan sarı-siyah renkli idi. Şehirdeki diğer mobilyacılarla rekabet edemeyeceği kadar küçük ölçekte olan atölyesinde farklı bir iş kolu olan antika mobilya alıp-satım ve tamiratını denedi ancak yine de çok masraflı olduğu için dükkanı kapattı.
Döşeme işini bıraksa da tam olarak vazgeçmedi, çocukluk arkadaşı Dominic Suchyta ile “The Upholsterers - Döşemeciler” adını verdikleri amatör grubu ile ahşap evlerinin çatı katında 60’ların blues ve rock şarkılarından oluşan 4 parçalık bir demo kaydettiler. Aynı zamanda bir dönem mobilyacı ustası olan Brian Muldoon’ın kurduğu “Two Part Resin” isimli grupta gitar çalıp vokal yaptı. Kısa bir süre sonra, 18 yaşında Detroit’li yerel bir grup olan “Goober & The Peas” da bateri çalarken buldu kendini. Benzer birkaç yerel grup ile de çalıştıktan sonra nihayet gitaristliğini yaptığı “The Go” grubu ile Seattle’da “Sub Pop Record” plak şirketi ile ilk albümünü yaptı.
John Anthony 1996 yılında Meg White ile evlendikten sonra Jack White adını kullanmaya başladı. Bir yıl sonra Meg ile soyadlarından yola çıkarak “The White Stripes” grubunu kurdu. O yıla kadar hiç bateri çalmamış olan Meg, bateri çalmayı Jack’den öğrendi. Meg bateri çalarken Jack gitar, piyano, org, mandolin ve aklınıza ne gelirse artık onları çalıp vokal yapıyordu. Jack’e ait olan kırmızı beyaz ve siyah tasarımı, kostümlerinden enstrumanlarına kadar kullandılar. Bu tasarım daha sonra White’ın Coca Cola için reklam müziği yapmasına kadar gitti.
Blues, punk ve garaj rock tarzında müzik yapan The White Stripes ilk albümü aynı isim ile 1999 yılında çıktı. Albümün satışı düşük kaldı ama albümden çıkan “The Big Three Killed My Baby” isimli şarkı müzik eleştirmenlerince oldukça beğenildi.
Jack White White Stripes ile gitar tekniğini geliştirerek müziklerine distortif efektler katmaya ve kayıtları bizzat kendi yapmaya başladı. Piyasanın tamamen dijital mecraya döndüğü 2000 yılında sekiz şarkılık analog bant albümleri “De Stijl” ile müzik eleştirmenlerinden büyük övgü aldı. Hani yukarıda bahsetmiştik dijital çağda basılan analog albümler bir elin parmaklarını geçmiyor diye, işte bu albüm de o elin parmaklarından biridir. Aynı şekilde 2001 yılında aynı yönlem ile kaydettikleri “White Blood Cells” albümünde yer alan “Fell In Love With A girl” şarkısı ile başarılı bir çıkış yakalayan grup artık isimlerini dünya çapında duyurur oldu. 2007 yılına kadar güzel işler yapan White Stripes, Jack ve Meg’in boşanmasıyla bir süre daha müzik yaptı ancak bir süre sonra dağıldı.
Jack White, bir süredir arkadaşı olan Brendon Benson ile şarkılar yaptı, daha sonra Jack Lawrence ve Patrick Keeler isimli iki sanatçıyı da çalışmalarına dahil ederek The Raconteurs isimli grubu kurarark “Broken Boy Soldiers” isimli albümü yaptı. Albüm Amerika ve İngiltere listelerinde ilk ona girdi ve İngiliz Mojo dergisi tarafından yılın albümü seçildi. 2007 senesi Grammy için iki dalda aday olan albüm ne yazık ki ödül almayı başaramadı. Gerçi Jack White için sorun değildi ama yine de hak ediyordu. Grubun ikinci albümü olan “Consolers Of The Lonenly” ise fazla başarı gösteremedi. Bu albümden sonra grup dağıldı.
Takip eden dönemde White, Alison Mosshart, Dean Ferita ve Jack Lawrence ile müzik eleştirmenlerince süper grup olarak adlandırılan The Dead Weather’ı kurdu. White bu kez grupta bateri çalıyordu ama aklı hep gitarındaydı. Grup ilk albümleri “Horehound” ı 2009 yılında, ikinci albümleri “Sea Of Coward”ı 2010 yılında yayınladı ve her iki albümde Bilboard listelerine ilk ondan girdi. White’ın bateride kalma isteksizliği ile bir süre sonra da grup üyeleri dahil oldukları diğer gruplarına döndüler.
White’ın yaptığı en ilginç ama güzel albümlerden birisi de, 2010 yılı kasım ayında yapımcı Danger Mouse, Daniele Luppi ve müzisyen Norah Jones ile ortak yaptıkları “Rome” albümünü oldu. White bu kez de kendisini albümde yer alan “The Rose With The Broken Neck”, “Two Againest One” ile “The World” isimli parçalarda vokal yaparken buldu. Albüm iyi sattı.
THIRD MAN RECORDS
Jack White kariyeri boyunca son derece enerjik ve dinamik bir sanatçı olmuştur. Pek çok grup kurmuş, sanatçı ile çalışmış ama yine de hep kafasında yapmak istediği bazı şeyler eksik kalmıştır. Aslında yapmak istediklerinin bir kısmını The White Stripes ile gerçekleştirmiş ancak tamamlayamamıştır. O güne kadar yapılmamış farklı türler, farklı teknikler denemek istemiş ama bunu belirli bir ölçüde yapabilmiştir.
The Dead Whether grubunun son zamanlarında verdiği bir röportajda bir daha başka bir grupta yer almayacağını ve artık kendi kafasındakileri yapacağını söylemiştir. Bu dönemde tamamen kendi kafasında yapmak istediklerine yönelmiştir.
Jack White, müziğinin plaklardan dinlenmesini çok arzu ediyordu. Kafasındaki projelerin temelinde albümlerini ve şarkılarını analog kayıtlı plak formatında basmak ve bu şekilde dinleyicisine ulaştırmaktı. Ayrıca plak kültürüne farklı özellikler katmak, mesela 33’lük bir plak içine yerleştirilmiş bir sürpriz 45’lik gibi veya içten dışa çalan, göbek kısmında da şarkı ihtiva eden, bir şarkıyı iki farklı introyla dinlemenizi sağlayan plaklar gibi insana tuhaf gelen projeler kafasını hep meşgul etti. Tüm bunları yapabilmek için de 2000’li yıllarda temellerini attığı kendi plak şirketi olan “Third Man Records”u, analog plak basımına uygun hale getirmek için elden geçirdi ve plak basımı yapacak ekipmanlara bir servet harcayarak satın aldı.
Plak şirketini kurduğunda da mobilyacılıkta kullandığı ismi hiç düşünmeden plak şirketinin adı yaptı: “Third Man Records” logosu yine sarı siyah idi.
2012 yılında uzun süredir üzerinde çalıştığı ilk single olan “Love Interruption”ı kendi adıyla ve kendi yönettiği müzik videosu ile yayınladı. Bu şarkının yer aldığı ilk albümü “Blunderbuss” ise aynı yıl 24 Nisan da yayımlandığında adeta bomba etkisi yarattı. Hiç alışık olmadığımız yepyeni bir sound, keskin ve distorsiyonlu gitar riffleri ile insanı titreten sert bir vokal hakim idi albümde. Albümün önemli özelliği kayıta hiçbir müdahale olmadan basılmış olması idi.
Tuhaf adam dedik ya, yaptığı en tuhaf işlerden biri de Blunderbuss albümünden çıkardığı üçüncü single’ı “Freedom At 21” in tanıtımı için Third Man Records’un bulunduğu Nashville’de helyum balonlarına bağlı 1000 adet Flexi-disc ile hayranlarına ulaştırması oldu.
Jack White İkinci albüm “Lazaretto”yu kısa bir süre sonra, 10 Haziran 2014’de yayınladı. Yapımcılığını tamamen kendi üstlendiği albümün şarkılarından bazıları sanatçının 19 yaşındayken yazdığı ve yıllar sonra tavan arasında bulduğu kısa hikaye ve oyunlardan esinlenerek yazıldı. Albümden çıkan ilk single “High Ball Stepper” olurken, ikinci single “Lazaretto” için Ben Swank ve James Catchcart’ın yönetmenliğini yaptığı, şarkı ile mükemmel bütünlük sağlayan bir video hazırlandı. Albüm o sene Amerika’da en çok satan albüm oldu.
Jack White albümün yayınlandığı yıl, tüm dünyada çeşitli faaliyetlerle kutlanan Record Store Day için ilk kez gerçekleştirilecek olan bir çalışmayı denedi. White’ın “Dünyanın en hızlı yayınlanan kaydı” adını verdiği bu proje ile Lazaretto’da yer alan bir şarkıyı tekrar kaydedecek, Record Store Day için çekilecek özel fotoğraflar ile etkinlik bitmeden 45’lik plak olarak yeniden basarak ve satışa sunacaktı. Müzik sektöründe ilk kez gerçekleşen bu olay müzik tarihinde yerini almıştır.
Lazaretto yukarıda bahsettiğim üzere sanatçının kafasında yer bazı ilginç özellikleri ihtiva etmektedir. Albüm 2 farklı revizyonda basılmıştır. Normal LP ve Ultra LP. Jack White Ultra LP olarak adlandırdığı albümün tanıtımında albümün özelliklerini detaylı olarak anlatmıştır. Albümün ilk yüzü iğne içten dışa okuyacak şekilde kaydedildi. İkinci yüz ise mat, taş plak görünümünde idi. Taş plaklar ve taş plak kayıtları sanatçının hep ilgisini çektiği için böyle bir tercih yapmıştır. Third Man Records’un sembolü olan melekler albümün ilk yüzünde hologram olarak bulunmakta ve plak döndüğünde üç boyutlu olarak dans eder gibi görünmektedir. Ancak en ilginç olanı ise plakta sadece 78 devirde dinlendiğinde duyulabilen bir şarkının gizlenmiş olmasıdır. (Ben 78 devirli pikabım olmadığı için dinleyemedim). Albüm bu özelliklerinden dolayı ciddi bir koleksiyon değerine sahiptir.
White, unutulmuş bazı değerli sanatçıların yeni albümler kaydetmesine hep ön ayak oldu. Amerikan müzik tarihinin iki önemli ismi Wanda Jackson ve Loretta Lyn bunlardan sadece ikisidir.
Eğer zamanda yolculuk yapabilseydi 1920 ya da 30’larda yaşamak istediğini her fırsatta söyleyen Jack White, özellikle 1930’lar Amerikasında yaşayan bir siyahi blues şarkıcısı olmayı çok istemiştir.
White’ın “3” rakamı takıntısı vardı. 3 rakamı çoğu zaman yaptığı çalışmaların içerisinde yer aldı. 3 rakamının mükemmeliyetin simgesi inanmakta ve yaptığı hemen her işin, hatta her şarkının içinde bir yerlerde görünür görünmez şekillerde 3 rakamını kullandı. Aslında ilginç bir şekilde her şeyin temelinde 3 rakamının yattığına dair bir inancı oldu.
Jack White’ın bir takıntısı da Nikola Tesla idi. Tesla, Jack’in aşırı derecede hayranlık duyduğu ve hatta örnek aldığı insanların başında geliyordu. Jim Jarmusch’un “Coffee and Cigarettes” filminin bir bölümünde Meg’le birlikte rol alan Jack White, Tesla’nın keşiflerinin onu ne kadar heyecanlandırdığını bir solukta anlatmıştır.
Geçtiğimiz senelerde uzayda plak çalan ilk insan olma hedefini açıklayan White, Third Man Record’un yedinci yılını kutlamak için Amerikalı bilim adamı Carl Sagan’ın evren üzerine yaptığı kısa açıklamanın üzerine John Boswell’in kendi bestelediği müziği eklemesiyle oluşan “A Glorious Dawn” kaydını içeren plak yer kürenin 28 kilometre üzerinde çalarak bu hedefini gerçekleştirdi. Mühendis Kevin Carrico tarafından tasarlanarak üç yılda tamamlanan uzay geçilmez plakçalar olarak isimlendirilen “Icarus Craft” ile gönderildikten sonra yaklaşık 80 dakika sürecek kayıt, mekanizmayı taşıyan balonun patlamasından sonra sona ermiş ancak korunması için altınla kaplanan plak yere indiğinde de dönmeye devam ediyordu.
Bu ilginç adamın son ilginç projesi de, çalınan şarkıyı direkt plağa aktaran bir kayıt kabinini satın alarak tamir etmesi ve çalışır hale getirerek, bu cihaz ile bir albüm yapmasıdır. Önceden beri çalışmalarını ve son dönemdeki ses ile ilgili düşüncelerini hayranlıkla izlediği usta müzik adamı Neil Young’ı ikna ederek, “Voice-o-graph” adı verilen bu kabin-stüdyoya soktu ve müthiş bir albüm kaydetti.
A LETTER HOME
Jack, yaş farkına rağmen gerek yaptığı müzik ile, gerekse kayıt kalitesi ve teknikleri konusunda kendisi ile aynı çizgide olan, kendine yakın gördüğü bu adamla ortak birşeyler yapmak istiyordu. Fikir White’dan çıktı ve Neil Young’ı 1947 yılına ait “Voice-o-graph” adı verilen küçük telefon kulübesi şeklinde mono kayıt yapan bir kabin-stüdyonun içine sokarak, sadece gitar ve mızıka ile Neil Young’a kendi halinde cover şarkılar söyletti ve bunları olduğu gibi kaydetti. Solmuş bir kağıdın üzerine, evdeki anneye yazılmış bir mektup konseptinde olan bu mono kayıt, sanki 1930 lardan kalma bir Robert Johnson plağı dinliyor gibi hissettirmekle birlikte, aslında sesi ve tarzı tam anlamıyla bir taş plak gibi.
Jack White bu kayıtların yapıldığı master plağın orijinal halini hiç bozmadan kalıbını alarak çoğaltmış ve Third Man Records etiketiyle taş plak tarzında bir albüm yapmıştır. Eskitilmiş kapaklı bu albümün ayrıca o yıl kutlanacak Record Store Day için limitli sayıda muhteşem bir boxset’i yapıldı. Tamamen eski bir kargo paketi şeklindeki kutusu bile o kadar özenli ve etkileyici kayıtsız kalmak mümkün değil. Kutu üzerindeki eski sarı koli bantının hava kabarcığı bile düşünülmüş. İçeriğinde albümün hem kayıta dokunulmamış orijinal plak, hem de daha temiz baskı (diğeri gerçekten taş plak gibi çalıyor) olmak üzere iki plak versiyonu ile 45 lik formatta kayıtlar, bir CD ve albümün yapım hikayesinin anlatıldığı bir DVD yer almaktadır.
Neil Young, bu albümde farklı sanatçıların şarkılarını yorumlamış ve seçimini de daha çok folk geleneğine ve kendi dönemindeki ozanların eserlerine bağlı kalarak yapmıştır. Kendine has vokal tarzı, gitarı ve mızıkası ile müthiş bir iş çıkartmış olan Neil Young, Willie Nelson’dan Bob Dylan’a, Bruce Springteen’e, daha eskilerden Bert Jansch’dan, Gordon Lightfoot’a ve Don Everly’ye kadar kimseyi unutmamıştır. Bu sanatçıların eserlerini seslendirirken de bunların günümüze ait çağdaş yorumlarından ziyade eskiye dönük şekliyle yorumlamıştır.
Bu plak gerek kaydı, gerek hikayesiyle, sanatçının hayranları ve plak koleksiyoncuları için bir hazine değerinde. Bulabilirseniz kaçırmayın derim.
Tamer TEKELİOĞLU
Kasım 2018, İSTANBUL
Yorumlar
Yorum Gönder