Nick Cave & The Bad Seeds - Ghosteen


NICK CAVE & THE BAD SEEDS : GHOSTEEN

Bu yazımda uzun zamandır severek dinlediğim, hem müziğini, hem şarkı sözlerini, hem de kişiliğini ilginç bulduğum Nick Cave’in geçen ay çıkan yeni albümü Ghosteen’i inceleyeceğim. Hatırlayacaksınız, sanatçı 2017 yılında 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında ülkemizde de konser vermişti.


Nick Cave yukarıda da belirttiğim üzere müzisyenlik, senaryo, kitap yazarlığı ve aile sine düşkün yaşamı ile tanınan ilginç bir kişilik. Yeni albümü Ghosteen, her şarkısını ayrı ayrı anlatmamız gereken farklı yapıda bir albüm. Ancak Nick Cave’in bu albüme kadar olan yaşamını bilmeden bu albümü anlamak pek olası değil, hatta onu bu albümü yapmaya getiren hikayeyi bilmezsek, albümü tekdüze ve sıkıcı bulabiliriz. Bu sebeple her yazımda olduğu gibi bu sefer de çok detaya girmeden ama bazı detayları vererek ve fakat fazla uzatmadan Nick Cave’in nasıl bir kişilik olduğunu görelim.

NICHOLAS EDWARD CAVE

Gerçek adı Nicholas Edward Cave olan sanatçı 22 Eylül 1957 tarihinde Avustralya’da doğdu. Babası İngilizce edebiyat öğretmeni idi ve İngilizceye yaklaşımı aşırı ciddi ve kuralcı idi. Küçük Nicholas’da okul yıllarında İngilizce öğrenimi ve kullanımı konusunda babasının bu özelliğinden oldukça etkilendi. İngilizce konuşurken edebiyat kuralları çerçevesinde dili kısa süre içinde karmaşık bir tiyatro oyununa çevirebiliyordu.

1980’lerin başında Melbourne’ü terk edip Londra’ya yerleşti. Londra’da bir süre yaşadı daha doğrusu yerin iki kat altında buz gibi bir evde kışları donarak süründü. Londra ilk başlarda tüm olumsuzluklara rağmen iyiydi ama giderek umduğunu bulamadı. Önce Berlin’e, ardından da Sao Paulo’ya yerleşti. Burada bir süre oyalanan Cave yine aradığını bulamadığı için İngiltere’ye geri dönmeye karar verdi. Ancak bu kez tercihi Londra değil, daha mütevazi bir şehir olan Brighton oldu. Burada mütevazi bir evde ailesiyle yaşamaya başladı. Profesyonel müzik hayatına 1981 yılında çıkarttığı “Release The Bats” ile adını duyurarak giriş yaptı. O dönem yükselen Goth akımına takılan gençliğin gözdesi oldu. Aslında yapmak istediği müzik bu değildi ve yanlış kulvarda koşuyordu. Nitekim ilgi her zaman ilgisizlikten iyi olduğu için ve henüz pek tanınmadığı için tercih lüksü yoktu. Kariyerine böyle başlayan Cave, aslında şarkı sözü yazarı, kitap yazarı, senaryo yazarı ve hatta küçük çapta aktörlük gibi pek çok meziyeti kariyerine sığdırdı ve kısa süre sonra müzik otoritelerinin takibe aldığı bir sanatçı oldu. Zaman ilerledikçe sanatçının müzik yaşamımda ayrılmaz bir yere sahip olan kemancı Warren Ellis grup kurmaya karar verdi. Böylece Thomas Wydler, Martyn Casey, Jim Sclavunos ve daha sonra ekibe dahil olan gitarist George Vjestica ve perküsyonist Toby Dammit’den oluşan “The Bad Seeds” grubu kuruldu. “The ,bad Seeds” ile her zaman meraklı olduğu Amerikan müziğinin köklerine inerek, 1984 yılında çıkan “From Her To Eternity” albümlerinden bu yana çalışmalarına hiç ara vermedi ve çok değişik karakter ve sound içeren, hepsi adeta ayrı birer şiir kitabı ve modern rock mucizesi olan albümler ve verdiği ilginç röportajlar ile adını iyice duyurarak başarısını pekiştirdi. Sanatçı bugün en yenilikçi, üretken ve ilham verici müzisyenler arasında sayılıyor.


Burada sanatçıya ait bir diskografi vermek yerine benim çok severek dinlediğim “The Lyre Of Orpheus/Abottoir Blues”, “Nocturama” ve Warren Ellis ile yaptığı “White Lunar” albümlerinden çok kısaca bahsedeceğim. Bu albümler sanatçının klasik Amerikan kökenli eserlerinden farklı bir sound’a girdiği kırılma albümleri olarak bilinir.

“The Lyre Of Orpheus/Abottoir Blues” albümü aslında “The Lyre Of Orpheus” ve “Abottoir Blues” olmak üzere iki bölümdür. Birbirinden farklı gibi görünen ancak ortak paydası olan şiirselliğin çok yüksek dozda kullanıldığı masalsı bir albümdür. Albümü sözlerini takip ederek dinlediğinizde fark edersiniz ki, iki bölüm de aslında birbirini ilginç bir şekilde tamamlar. Bu albüm benim gerçekten çok önem verdiğim bir Nick Cave & The Bad Seeds albümüdür.

“Nocturama” ise masalsılıktan uzak, içinde yoğun olarak aşk geçen, biraz daha realist, hayatın içinden gelen bir tarzdadır. İlginç olan albümde, albümün adını taşıyan şarkı bulunmaz. Sebebini ise şöyle açıklar sanatçı : “Nocturama”albüme girmeyen bir şarkı, İsmi güzeldi, kendisi de fena sayılmazdı aslında. Neden albüme giremedi bilemiyorum ama öyle oldu”. İlginç değil mi ? Ve şöyle devam ediyor Cave albüm hakkında Rolling Stone dergisine verdiği bir röportajda : “Şarkıları bir hikaye çerçevesinde kurmak gibi bir niyetim yoktu. Tabii şarkılar birbirini etkiledi, ama hep öyle olur zaten. Bu albümde benim için önemli olan, anlatım bütünlüğünden ziyade, ses ve doğrultu bütünlüğüydü; bu daha sakin şarkılar için bile geçerli. Albümün hoşuma giden tarafı da bu. Şarkıları kaydederken kimse ne kadar sürdüklerine ya da sözlerin kaç dize olduğuna bakmadı. Birlikte çalmaya başladık ve sadece kaş göz hareketiyle anlaşarak kaydettik. Herkes sırası gelince çaldı. Bir noktada bir enstruman için bir boşluk var gibi olduğu an, o enstruman o boşluğu dolduruveriyordu”.

2002 tarihli “Nocturama” için hayatın içinden gelen ve aşkla yazılmış şarkılar diyerek aslında sanatçının albüm çıkmadan yıllar önce Viyana Güzel Sanatlar Akademisinde “Aşk Şarkısı nedir? Nasıl yazılır?” konulu bir Workshop düzenlediğini ve bu Workshop’da ciddi ciddi öğretmenlik yaptığını hatırlatmak gerekir. “Nocturama” da görüyoruz ki “Şarkı nedir ve nasıl bir aşkla yazılır” konusunu bu albümde somutlaştırmış. Yine bir başka bir röportajında söylediği “İnsanlığın gidişatı hiç hoşuma gitmiyor; dünyanın gidişatı içime kapanmayı tercih etmeme ve kendime müzik aracılığıyla alternatif bir dünya yaratmama yol açıyor”. İşte albümde yer alan Wonderful Life, Dead Man In My Bed, Still In Love, There Is A Town, Babe, I’m On Fire gibi şarkılar Cave’in kendi kurduğu alternatif dünya ile gerçek hayattaki aşkı ve gel git’leri anlatıyor. 16 dakikalık “Babe, I’m On Fire” şarkısına çektikleri klipte yer alan ve grup elemanlarının canlandırdığı onlarca karakteri görmeniz açısından bu klibi izlemenizi tavsiye ediyorum.


“White Lunar” ise sanatçının kadim dostu ve kariyerindeki vazgeçilmez yol arkadaşı Warren Ellis ile daha önceleri yaptıkları “The Assassination Of Jesse James by the Coward Robert Ford”, “The Proposition”, “The Road”, “The English Surgeon", “The Girls Of Phonom Penh” gibi eserlerinin müziklerinden derledikleri ikili bir albüm. Çoğunlukla enstrümantal yapıda, nefis piyano ve keman sololarının birbiriyle flört ettiği mükemmel bir çalışma. Kayıtlar 2005 ve 2009 yılları arasında yapılmış.

Adam farklı olunca, verdiği röportajlar da hayli ilginç oluyor. Bir defasında MTV ödül töreninden ”İlham perimi kaçırıyor” diyerek affını isteyen sanatçı durumu şöyle açıklıyor : “George Michael’la yarışmak istemiyordum (gülüyor), George’a bir fırsat verdim, o da ödülü aldı. Zaten ilham perim hassastır, onu incitecek dış etkenlerden (gülerek George Michael’i kastediyor) korumakla yükümlüyüm. Ona hak ettiği saygıyı gösteriyor ve onu yarıştırmıyorum. İlham perim at değil, ben de jokey değilim, o yarış atı olsaydı bile onu böyle bir yarışa sokmazdım”.

Bir ilginç röportaj da şu şekilde. “Kendi sesinizi nasıl buluyorsunuz?” diye soran bir basın mensubuna hitaben : “Vaktiyle ünlü bir eşcinsel hocadan ders almıştım. İşin sırrı popona (ben kibarca yazdım!) parmak atılıyormuş gibi söylemektir diyince 60 papeli toka ettim ve bir daha da semtine uğramadım. Bir, iki albümden sonra sesimin bir niteliği olduğunu farkettim. Artık daha kontrollü söylüyorum çünkü popomdan çıkıyor”.

AILESİNE DÜŞKÜN, DİSİPLİNLİ SANATÇI NICK CAVE

Brighton’da iki katlı bir evde yaşayan Nick Cave, müzik çalışmaları ve kayıtlar haricinde ev dışında görünen medyatik bir kişi değil. Her sabah saat 05:00 de kalkan sanatçı hiç vazgeçmediği bir disiplin ile hayatına devam ediyor. Yaşamının bu yönü ile ilgili verdiği bir röportajda şöyle diyor : “Her sabah 5’de kalkıyorum. Hep böyle değildim ancak karmakarışık bir hayatım olduysa da bu karmaşa içinde randevulara hep zamanında gitmeyi ve yapmam gereken işleri zamanından önce yerine getirmeyi becermişimdir. Her şeyden önce yaratıcılığa karşı sorumluyum.


Haftada 6 gün, günde 9 saat çalışıyorum. Hem ilham perime, hem de aileme karşı sorumluyum. Yaşlandıkça benim için yeni deneyimlerin sayısı azalıyor ve kendiniz için neyin önceliği olduğunu anlıyorsunuz. Neler yaptığımı, yaptıklarımın bana neler kazandırdığını, bazı şeyleri yapmadığımda başıma ne geleceğini anlıyorum. Neyin beni daha iyi bir insan yapacağını kestirebiliyorum. Beni iyi insan yapan en önemli şey ailem, ve bir de işim. En çok vakti işime vermem gerektiğini çünkü işimi iyi yapamazsam bozulacağımı, kötü bir eş ve baba olacağımı düşünüyorum. Yaratmaya mecburum çünkü beni var ediyor, hoşuma gidiyor. Elinizdeki zamanın niteliği onunla ne yaptığınıza göre değişir. Başucumda sabah 5’e, büromda da akşam 6’ya ayarlı çalar saatlerim var. Sabah erkenden kalkarak, duşumu alıp ailemle kahvaltımı yapıp büroma gidiyorum. Öğlen 12 ile 13 arası eve gelip ailemle yemek yiyorum. Akşam saat 6’da çaldığında bazen yerimden sıçrayarak kalkıyorum çünkü bana hiç 9 saat geçmiş gibi gelmiyor. Saat 6 demek paydos vakti demek ve bir cümlenin ortasında olsam dahi kalkıp eve gidiyor ve ailemle vakit geçiriyorum. Çocuklarım benim için önemli. Çocukluk ve gençlik dönemlerinin kısıtlama içermemesi gerektiğini düşünüyorum. Cezalandıran baba durumuna düşmek istemem fakat dokuz yaşındaki oğlum kendini disiplin altına alıyor ve dört saat PlayStation oynadıktan sonra kendini suçlu hissediyor.

GHOSTEEN

Nick Cave bir çok röportajında ailesinden bahsedecek kadar ailesine düşkün bir sanatçı. Hayatın zorluklarını geride bırakmış, ustalık yıllarının tadını çıkarmaya başlamış, “20.000 Days On Earth” isimli çok başarılı olmuş bir belgesel çekerek tüm dünyada saygınlığını perçinlemiş, Eşi Susie Bick ve çocukları ile sakin bier hayat sürüyor. Ancak sanatçının başına 2015 yılı yazında çok acı bir olay gelerek, son derece düşkün olduğu oğlu Arthur’u kaybediyor. Cave için en acı olay. Bu kayıp hayatında bambaşka bir dönemi başlatıyor. Acısını, oğluna ithafen yaptığı ve 2016 yılında yayınladığı yas albümü “Skeleton Tree” ile sevdikleriyle, hayranları ile paylaşmaya çalışıyor ancak bu onu yetmiyor. Bir türlü kendisini iyi hissetmiyor. Daha farklı, daha spiritüel bir albüm ile bu acısını daha da hafifletmesi gerekiyormuş ki, “Skeleton Tree” albümünden 3 sene sonra “Ghosteeen” albümü geliyor.


“Ghosteen” bir insanın içindeki ölüm acısını ciddi şekilde dışa vuran, içindeki sınırları kaldıran ve deyim yerindeyse insanı yer yüzünden yedi kat yukarıya taşıyan ve hatta “daha önce hiç hüzünlü şarkılar dinlememişiz” dedirten nitelikte bir albüm. Albümün kapak illüstrasyonu içindeki müziğin spiritüelliği hakkında gayet net mesaj veriyor.

Albüm iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm çocuklar için hazırlanmış. İkinci bölüm ise o çocukların ebeveynleri için. Çocuklar için olan ilk bölüm son derece duru ve akıcı iken, ebeveynler için yapılan ikinci bölüm daha karmaşık bir yapıda. Albüm boyunca Cave’in tek eşlikçisi kadim dostu Warren Ellis olmuş. Kadro şu şekilde: Nick Cave vokal, piyano, syntheseizer ve bazı şarkılarda geri vokalde, Warren Ellis syntheseizer, flüt, keman, piyano ve geri vokalde, Thomas Wydler bateride, Jim Sclavunos perküsyonda, Martyn Casey bas gitarda ve George Vjestica ise gitarda yar almış. Albüm kayıtları 2018 yılında başlayıp 2019 yılının ilk çeyreğinde tamamlanmış. Kayıtlar Malibu - Woodshed, Los Angeles - Nightbird, Brighton - Retreat ve Berlin - Candybomber’de yapılmış. Albümde sanatçının yazdığı şöyle bir not var :

“The songs on the first album are the children. The songs on the second album are their parents. Ghosteen is a migrating spirit” Nick Cave

Sanatçı albümü, tüm şarkıların sözleriyle birlikte yer aldığı ve hareket eden gökyüzü/bulut görselleri ile süslenmiş ilginç bir çalışmayı, kendi resmi web sayfasında yayınladığı bir “youtube" videosu şeklinde de yayınlamış. Tüm albümü şarkı sözleri ile birlikte bu videoda hem dinleyebiliyor, hem de şarkıların ruhuna uygun renklerde görüntüler eşliğinde izleyebiliyorsunuz. Böylece bir albümün plak, CD ve dijital stream formatlarının yanısıra, ilk kez “youtube" versiyonu da yayınlanmış oluyor.



Albüm “Spinning Song” şarkısı ile açılıyor. Bir kral ile kraliçenin hikayesini anlatan şarkıda kral ölüyor ve tam bu esnada bir kuşun kanadından kopan tüy dönerek gökyüzüne doğru uçuyor. Şarkının sonlarına doğru güçlenen vokali ile Cave sürekli “bizim vaktimiz de bir gün gelecek” diyor. Bu söz albümün muhtelif yerlerinde sürekli tekrarlanıyor.

Bir sonraki şarkı “Bright Horses” çok etkileyici gospel tarzında geri vokaller ile donatılmış, kendi kendini ikna etmeye çalıştığı sözlerle dolu olan bir şarkı. Arka planda oldukça etkileyici, kilise korosuna yakın akustik bir geri vokal ekibi yer almış. Şarkıda Cave, dünyanın artık halinin ne olduğunun ortada olduğunu ancak buna rağmen inancını kaybetmeyeceğini anlatarak içinde bulunduğu kötü durumdan bir çıkış yolu bulmayı umduğunu anlatıyor.

Albümün üçüncü şarkısı “Waiting For You” ismini taşıyor. Albümün “hit” denilebilecek şarkılarından birisi. Bu şarkıda Cave eşi Susie’ye ne kadar bağlı olduğunu ve acısının eşine olan sevgisinin büyüklüğü ile azalacağını anlatıyor. Bir öncekişarkıda aradığı çıkış yolu bu olmalı. Diyor ki; “Asla özgür olmayı istemedin, Bense şu anki işimi seviyorum, Seni mutlu etmeye devam etmek istiyorum sadece”… Bu dizeler oğlu Arthur’a seslendiği şu dizelerle devam ediyor; “Asla özgür olmayı istemedim, Uyu şimdi uyu, Hiç acele etme uyanmakta, Çünkü benim bütün işim seni beklemek”. Bu şarkıda Cave’in vokali o kadar duru ve etkileyici iniş/çıkışlara sahip ki, insan gerçekten sanatçının sahip olduğu duyguyu içinde hissediyor.

Sıradaki şarkı “Night Raid” ise adeta bir Cohen etkisi yaratıyor. Cohen’in o dingin, sakin ve huzur verici vokalinin Nick Cave üzerindeki etkisi malum. Şarkı etkileyici bir ruhani boyutta ilerliyor. Bu şarkının sözlerinde yer alan “Annesinin kollarındaki İsa” ile “Sönmüş yıldız” simgeleri albümün ikinci bölümünde bulunan “Fireflies” isimli şarkıda da karşımıza çıkıyor..

“Fireflies” albümün birinci ve ikinci bölümünü birbirine bağlayan, adeta çocuklar ile ebeveynleri arasında köprü görevi olan bir şarkı. Bu şarkı çocuklar ve ebeveynleri arasında bağ kurma görevi yapıyor.

Albüm gerçekten üzerinde müthiş ustalıkla çalışılmış, son derece samimi ve tüyler ürpertici derecede hüzünü hissettiren bir çalışma. İlk kez dinlediğinizde sıkıcı bulabilirsiniz ancak sözlere daldığınızda şarkıların nasıl akıp gittiğine inanamayacaksınız. Sonrasında alışkanlık yapıyor ve dinleme isteği yaratıyor. Adeta bir üst boyutta ruhani bir yolculuğa çıkartıyor dinleyeni. Aslında acısının bir kısmını size aktarıyor. Vokal ve vokaldeki iniş ve çıkışlar öylesine duru, etkili ve mükemmel ki dinleyeni hiç yormuyor ama yüreğini acıtıyor.



Sıradaki şarkı “Sun Forest” da sözler giderek daha ağırlaşıyor. Spiritüel ögeler ile birlikte “İsa” gibi birtakım dini simgeler örneğin işin içine giriyor. Albümün kapak resmine uygun aydınlık, iç açıcı bir ambiyans ile sanki bir cennet tasviri yapıyor.

Devamında gelen “Ghosteen Speaks” isimli ayinsel bir şarkı ile artık kendi kendine hesaplaşmaya başlayan Cave “Hiçliğin de içinden bir şey çıkabileceği” düşüncesiyle bir sonraki şarkı “Galleon Ship” de ise hesaplaşmayı bırakarak, giderek daha umut dolu bir vokal tonu ile oğlunun yanına yükselmeye başlıyor. Benim için albümün ruhani dozu en yüksek şarkılarından birisi bu şarkı.

İlk bölümün son şarkısı “Leviathan” ile Cave’in iyileşme süreci başlıyor. Gökyüzünden oğlu Arthur’un gönderdiği ışık bu şarkıda mateminin içine sızarak, hüznü ve kederi artık yerini aydınlığa bırakıyor.


Albümün ikinci bölümünde yaklaşık 13 dakika süren 2 müthiş şarkı ve bu iki şarkıyı birleştiren 3 dakikalık bir şiir bulunuyor. Tanrısal boyuttaki “Ghosteen” ile başlayan ebeveyn bölümü “Fireflies” isimli şiir ile albümün son şarkısı “Hollywood” ile son buluyor. Bu bölüm Nick Cave hayranlarının belki biraz daha ilgi ile dinleyeceği bir tarzda. Sebebi ise alışageldiğimiz Nick Cave vokali ve şarkılardaki dokunun eski “Nİck Cave & The Bad Seeds" ruhuna yakın olması. Başlangıçta mutlu bir aileden bahsediyor Cave. Anne ayı, baba ayı ve yavru ayı ailesi. Ne zaman ki yavru ayı bir tekneye binip gökyüzüne yükselip Ay’a doğru yelken açıyor işe o an vurucu sözler başlıyor:

“Geceyi hareket ettirebilsem ettirirdim, Dünyayı tersine çevirebilseydim çevirirdim, Hiç bir sakıncası yok sonuçta, Ellerinle tutamayacağın bir şeyi sevmenin, şimdi sadece vaktimin gelmesini bekliyorum.”

Bu sözlerin üzerine artık yazacak başka bir şey kalmıyor. Yapılması gereken tek şey sakin ve hafif karanlık bir odada albümü dinlemek ve Nick Cave’in acısını paylaşmak. Zaten bu albümü de bunun için yapmadı mı?

Son olarak albümde Nick Cave’in Buddha’ya yazdığı bir şiiri (uzun olmasından dolayı burada yazamadım) mutlaka okumanızı diliyorum.

Keyifli dinlemeler.

Tamer TEKELİOĞLU
İstanbul, Nisan 2019


Yorumlar