ROGER WATERS - AMUSED TO DEATH
Roger Waters’ın 1992 tarihli 3. solo albümü “Amused To Death” 25 yıl anısına “Picture LP” olarak isimlendirilen plak yüzeyinde albüm kapağı ve diğer fotoğrafların basılı olduğu 180 gr lık versiyon ile nadir basılan 200 gr. lık sınırlı özel basım plak formatında iki ayrı versiyonda yeniden yayınlandı. Albüm Waters’ın solo kariyerinde Pink Floyd konseptine en yakın albüm olup, Waters'ın kendi tarzını baskın bir şekilde hissettirdiği her albümde olduğu gibi sözlerin en sert biçimde sosyal mesajlar içerdiği ve müzikle bütünleşip teatral bir şölene dönüştüğü epik bir konsept albümdür. Ancak tüm bu özelliklerine ve Jeff Beck’in güzel sololarına rağmen çıktığı yıl fazla ilgi görmemiştir. Waters solo kariyerinde “Pross and Cons Of Hith Hiking” ve “Radio Kaos” gibi iyi albümler yapsa da, Pink Floyd ile birlikte çıkarabileceği kadar başarılı albümler yapamadı. Grubun biraradayken oluşturduğu o Pink Floyd sinerjisi ve sound’u iki tarafın da albümlerinde hep eksik kalmıştır. “Amused To Death” bir Pink Floyd albümü olarak çıksaydı farklı bir başarı grafiği çizebilirdi belki çünkü gerçekten Floyd’a en yakın Waters albümüdür. Albümün kritiğini yapmadan önce Roger Water’ın hayatını ve Pink Floyd’un hikayesini incelemekte fayda var.
ROGER WATERS ve PINK FLOYD
George Roger Waters, 6 Eylül 1943’de Great Bookham’da doğdu. Cambridge’de bir kenar mahallede annesi ve kardeşi ile birlikte yokluk içinde büyüdü. Babası Eric Fletcher Waters’ı 1944 yılında 2 nci dünya savaşında İtalya’daki Anzio harekatı sırasında daha onu tanıma fırsatı bulamadan kaybetti. Bunun acısını yetişme çağı boyunca çektiğini her zaman ifade etmiştir. “The Wall” albümünde yer alan “Another Brick in the Wall” un ilk bölümünde Waters, savaşın kayıplarını yaşayan ama bunların sebebini bile bilemeyen bir çocuğun, duygularını babasına sitem dolu olarak “Baba! Geride ne bıraktın bana?” diye özetlemesi bu olayın Waters üzerinde ne kadar travmatik bir etki yarattığının en temel göstergesidir. Müziğini o kadar etkilemiştir ki bu olay, “The Wall” birebir Waters’ın kendi hikayesinin bir bölümüdür. Hikayenin son bölümü ise savaşın anlamsızlığı üzerine kurgulanan ve babasına ithaf ettiği “Final Cut” albümünür.
Waters, askeri okuldan ayrıldıktan sonra savaş karşıtı bir gruba katıldı. Bu macera çok kısa sürdü ve mimarlık eğitimi için Londra’ya, The Regent Street Polytechnic'e gitti. Burada Nick Mason ve Richard Wright ile tanıştı. 1965’te ritm ve blues şarkılar çalan “The Screaming Abdas” grubuyla aktif müzik hayatına başladı. Daha sonra gruba okuldan arkadaşı Syd Barret katıldı. 1965’in sonlarına doğru yavaş yavaş Pink Floyd “sound”u oluşmaya başladı. Gruba müziklerini çok sevdikleri Pink Anderson ve Floyd Council adlı iki blues sanatçısından esinlenerek Pink Floyd ismini verdiler.
1966 yılında, genellikle Syd Barret’ın yaptığı physadelic ve R&B uyarlamaları çaldılar. Yaptıkları underground müzik tarzının Londra’da duyulmasının ardından 1967 mart ayında ilk single albümleri olan “Arnold Layne”i yayınladılar. Albüm İngiltere müzik listelerine 20. sıradan girmeyi başardı. Arkasından çıkardıkları “See Emily Play” albümüyle listelerde kısa sürede 6. sıraya kadar yükseldiler. Pink Floyd’un ilk uzunçaları “The Piper at the Gates of Dawn”da İngiliz listelerinde aynı başarıyı gösterdi.
Kısa zamanda gelen bu başarı aslında bir gizi saklıyordu. Parlak, zeki maskesinin altında Pink Floyd’un lideri ve bestecisi Syd bazı problemler yaşıyordu. Uyuşturucu bağımlılığı mental sorunlara yol açıyordu. Kötü geçen ABD turnelerinin ardından, 1967 yılında David Gilmour’un gruba dahil edilmesi gerekliliği ortaya çıktı. Onun, eğer Syd turnenin ortasında bırakmak isterse yerine geçebileceğini düşünüyorlardı.
İkinci albümün yayınlanma günlerinde Gilmour’un kalıcı olarak Syd’in yerini alması kesinleşti. Roger Waters, Syd’in yokluğunda kendi şarkı yazarlığını geliştirmişti. Yeni albüm “A Saucerful of Secrets” sadece bir Syd parçası içeriyordu. Waters grubun liderliğini eline almıştı, Syd’in stilini taklit etmiyor, etmek de istemiyordu. Daha sonraki bir kaç albüm bunun ip uçlarını verdi ve sonuçta ortaya “Meddle” çıktı. 1968’den 1971 yılına kadar grup canlı performanslar ve stüdyolarda çok uzun zaman harcayarak sağlıklı bir şekilde müzikal fikirlerini geliştirdi. Her yeni konser, gruba bir başka evrim ve yaratıcılık süreci olarak katkı yapıyordu. “Meddle” çok büyük övgüler aldı ve “Atom Heart Mother”‘ın Amerikadaki başarılarının üzerine sağlam bir yer edindi. Satışlarındaki yüksekliğe rağmen Pink Floyd eleştirmenlerce bir sanat grubu olarak görülmekte idi. O dönemde Avrupa ve Amerikadaki ana müzik akımları üzerinde bir etkisi olup olmayacağı hakkında yorumlar yapılmakta idi.
Ocak 1972’de, Brightondaki The Dome salonunda Pink Floyd Eclipse projesini ortaya çıkarttı. Roger Waters 3 aydır süren çabalarının işe yaradığını düşünüyordu. Albüm piyasaya çıkmadan turneye çıkma kararı hayranlarını ve eleştirmenleri çok şaşırtmıştı. Waters’ın bu çılgınlığının arkasında iyi bir sebebi vardı, ona göre albümü turnede olgunlaştırmak, grubun albüm üzerindeki fikirlerinin oturmasını sağlayacaktı. Sahne gerisinde ise plak şirketi tüm ağırlığını daha sonra duyurulacak “The Dark Side of The Moon” projesine veriyordu. 3 Mart 1973’de albüm basit bir siyah fon üzerine bir prizma ve ondan çıkan renk tayfı grafiği ile müzik mağazalarında yerini aldı. Ve işte o güne kadar yapılan hiç bir albüme benzemeyen plak, o günden bugüne satışını tek bir gün durdurmadan devam etti. Billboard’da 600 haftadan fazla listelerde kaldı. Waters daha sonra albümü “Bir rüyanın sonundaki albüm” olarak tanımladı.
İki yıl sonra yaptıkları “Wish You Were Here” albümü ilk önceleri pek ilgi uyandırmadı. Fakat albüm farklı bir boyuta sahipti. “The Dark Side Of The Moon”‘u ve sound’unu sürdürmek kolaydı. Ancak Waters’ın mükemmelliyetçiliği onu her daim zamanının ötesine götürmeyi amaçladı. “Wish You Were Here” in yapımı süresince süren baskı, albüm sonrası grup elemanlarının evlenmesinin gruba olan negatif etkisi grup içerisinde bölünmelere yol açmıştı. Ama yakın arkadaş olarak dördü de bunun üstesinden geldiler. Nick hafta sonlarını Roger’in evinde geçiriyor ve Rick ile David daha sınırlı da olsa ilişkilerini sürdürüyorlardı. Fakat aynı kafadaki insanlardan oluşan grup günleri artık gerilerde kalmaya başlamıştı.
1976 yılı, Pink Floyd’un 1967’den beri ilk kez turneye çıkmadıkları yıl olmuştu. Dinlenmeyi hakketmişlerdi ama Roger 1975 “Wish You Were Here” turnesinde çaldıkları iki parça üzerinde yeniden çalışmaya başladı. Bunlar “Dogs” ve “Pigs” idi ve konsept olarak bir sonraki “Animals” albümüne uyuyordu. Bir George Orwell teması üzerine tüm insanlar ya domuzlara, ya koyunlara yada köpeklere benzetiliyordu. O aşamada seyircinin talebini ve organizatörlerin isteklerini yerine getirmenin yolu, “Animals” turnesini stadyumlara aktarmaktı ki, bu da bir miktar görsel show gerektiriyordu. Quadrophonic ses düzeni, uçan balonlar ve bir çok özel efektler konseri tam olarak hissetmelerini sağlamak için hazırlanıyordu. Turne Roger’in deyişiyle tam bir kabus’a dönüştü. Floyd konserde çaldıkça, seyirciler konserde kendi eğlencelerini yapıyor, bol alkol tüketip havai fişekler patlatıyor, bağırıp çağırıyorlardı. Çıkan kavgalar konserin görsel ve işitsel etkisini azaltıyordu. Bu olaylardan etkilenen Waters’ın söyleme tarzı sanki yok edilmesi gereken bir düşmana karşı verilen savaşa dönüştü.
New York’da verilen dört Madison Square Garden konserinde, Waters’ın düzenli olarak seyirciyle çatışması yaşandı. Bu organizasyonda Waters’ın yabancılaşması çok açıktı. “Animals” turnesindeki son olay Kanada’da Quebec Montreal Olimpia Stadyumundaki konserde meydana geldi. Waters sahneye sarhoş dinleyicilerin cam şişelerini atmalarından dolayı zırhlı eldivenle çıktı. Seyirci sakinleşmedi ve stadyum rock konserlerinde kötü bir anı olarak kaldı.
Bu olayların ardından grup üyeleri konserlere ara vererek istirahate çekildiler. Waters son turnesindeki kendi yabancılaşmasından doğan fikirle mücadele ediyordu ve basit bir fikirle kendisiyle seyirci arasında bir duvar oluşturma fikri geliştirdi. Kendini onlara karşı koruyacaktı. Fakat böyle çılgın bir fikir nasıl olur da bir albüme veya bir turneye uygulanabilirdi? “The Wall”, Waters’ın “Dark Side”‘ın başarısını dahi gölgede bırakan bir başyapıtı olacaktı. 1980’de albüm çıktığında, daha önce onlar için bazı animasyonlar yapan Gerald Scarfe’inin son derece etkili animasyonları ile donatılmıştı. Animasyonlar sadece albüm kapağıyla kalmayıp daha sonra çevrilen “The Wall” filminde de yoğun olarak kullanıldı.
Albüm büyük başarı kazandı ve devamı niteliğinde olması düşünülen “More Bricks” albümünün 1982 yılında yayımlanmak üzere çalışmalarına başlandı. Fakat o yıl Falkland Adaları savaşına olan kızgınlığı Roger’a başka yeni bir ilham verdi ve kısa sürede tamamlanan “The Final Cut” albümü yapıldı. Rick, “The Wall” sonrası gruptan ayrıldığı, David ve Nick’den de destek beklemekten sıkıldığı için kendi başına albüme girişmışti. “Final Cut” hayranları ikiye böldü. Bazıları çok fazla söz ağırlıklı bulmuş, diğerleri ise sözel anlatıma hayran olmuşlardı. Kesin olan şey, Waters’ın sözlerinin her albümde daha fazla aşama göstermiş olmasıydı. Sözler şarkı sözlerinden çok şiirsellik içermekteydi, Waters’ın savaşın anlamsızlığı karşısında kişisel olarak hissettikleri, ironi ve tabii ki savaşta babasını kaybedişiyle ilgiliydi. Albüm babası Eric Fletcher Waters’a adanmıştı. Çoğu hayranı bunun bir rock grubu müziğine uymayacağını ve çok şahsi bir albüm olduğunu söyledi ancak asıl olan Pink Floyd’un artık bir rock grubu olmaktan öte teatral ve epik bir tarzı olduğuydu. Bugün artık “The Final Cut” Roger Waters’in David ve Nick ile birlikte gerçekleştirdiği solo bir albüm olarak yorumlanmaktadır.
Roger’in bir sonraki projesi, diğer Pink Floyd üyelerinin katılımı olmadan gerçekleşti. Olay şu şekilde gelişmişti; 1978 senesinde diğer grup üyelerine iki albümlük demo materyal vererek ve onlara hangisini kullanmayı tercih ettiklerini sormuştu. Grubun tercihi “The Wall” olmuştu. Seçmedikleri albümü de Waters solo kariyeri için ayırdı. Albüm “The Pros And Cons Of HitchHiking” idi.
Grubun bu albümü seçmeyiş sebebi ise çok açıktı. Sözler itibariyle son derece kişisel bir yaklaşıma sahip olması, grup yapısına uymaması sebebiyle tercih edilmemişti. Waters 1983 yılında bütün şarkıların rüyaymış gibi anlatıldığı "The Pros and Cons of Hitchhiking" albümünü çıkardı. Bu albüm “The Final Cut” ve “The Wall” albümlerinin devamı niteliğinde oldu. Bu albümde Eric Clapton grubun solo gitaristliğini üstlendi. Albümdeki müzisyenler müzik dünyasındaki en meşhurlardan seçilmiş gibiydi adeta. Buna karşın piyasa ya çıktığında yeterli derecede ilgi görmedi. Fakat ironik olarak albüm hakkında olumsuz yazılar yazan eleştirmenler, daha sonra bu görüşlerinin yanlış ve ileri görüşten uzak olduğunu itiraf etmek zorunda kaldılar. Roger Waters ismi yeterince bilinmediği için albüm Pink Floyd dinleyicisine ulaşmadı. Albüm sadece iki turnenin gerçekleşmesini sağladı çünkü turnenin promosyonu Roger’in tanınmayışı sebebiyle çok güçtü. Waters prensip olarak bilet satabilmek için Pink Floyd isminin kullanılmasına karşıydı.
Artık Pink Floyd’un dağıldığı söylentisi yayıldı. Rick’in 1981deki ayrılışı, Roger’in solo albümü ve “The Final Cut” için bir turne düzenlenmemesi sanki bu olayı doğruluyor gibiydi. Son olarak 1985 yılında Roger, grubu dağıtmaya karar verdi. Oysa ki David Gilmour grubun Waters olmadan da yoluna devam edebileceğini düşünüyordu. Sonuçta ikisi de konuyu mahkemeye götürme kararı aldılar. Waters, kendisini grubun müzik yazarı ve beyni olduğunu söyleyip, Pink Floyd adının kendisine ait olması gerektiğini iddia etti. Buradaki ana engel, Pink Floyd hala EMI ile sözleşmeli olduğundan, Waters, birlikte veya kendisi olmadan Pink Floyd albüm yapmayı keserse, tüm telif haklarından mahrum kalacaktı. Roger ayrıldı ve sonraki Pink Floyd albümleri Waters’lı dönemlerle kıyaslandığında çok güçsüz kaldı.
1986 yılında Roger, ‘When the Wind Blows” filminin müzikleri için David Bowie’nin yerini aldı. Plağın 2. yüzü tamamiyle Roger ve kendi yeni grubu The Bleeding Hearts Band’e ayrılmıştı. Birinci yüzde ise aralarında Bowie, Genesis’in de olduğu karışık sanatçılar tarafından seslendirildi. Albüm Roger’in bir kaç ay sonra yayınlanacak albümü Radio KAOS için hoş bir hazırlayıcı görevi gördü. Bu albümde yer alan “Tower’s Of Faith”, Floyd sonrası Waters’in belki de en Floyd etkisindeki parçası olarak yer aldı.
“Radio Kaos” albümü 1987 de çıktı. “The Tide is Turning” radyolarda playlist’lere girdiyse de albüm öncesi tanıtım parçası olarak seçilen “Radio Waves” radyo kanallarından yeterli ilgiyi göremedi. Roger, albümünün turnesini yola çıkarttığında, David Gilmour’un Pink Floyd’u, Roger’in parçalarını seslendirerek salonları dolduruyor, Roger ise çoğu kez boş salonlara çalmak zorunda kalıyordu. Roger daha sonra kendisiyle yarıştığını ve kaybettiğini anlayacaktı. Radio KAOS konserlerine gelenler konserlerin teatral prodüksiyonundan çok etkilendiklerini söylüyorlardı. KAOS turnesinde Wembley Stadyumunda verilen iki unutulmaz konserden sonra Roger sessizliğe büründü. Ortalığa yayılan Radio KAOS 2 albümü hazırladığı söylentileri asılsız çıktı. Daha sonra Roger bir opera hazırlamakta olduğunu söyledi. 1990 yılında Avrupa, Berlin duvarının yıkılışını sevinçle izlerken, Leonard Cheshire adlı eski bir 2. Dünya Savaşı gazisi savaşta ailesini kaybeden insanlara yardım vakfı için bir gösteri düzenliyordu. Berlin’deki tarihi “The Wall” konseri bu şekilde gerçekleştirildi. O gün tüm Almanya, Roger’in hayranı olsun olmasın oraya gelmiş ve gösterinin bir parçası olmuştu. Bir star ordusuyla dolu konser o sene “yılın müzik olayı” seçildi. Gösteri aynı anda video ve audio konser albümü olarak piyasaya sürüldü. Bu konserden sonra artık tüm dünya Roger Waters’in kim olduğunu öğrendi.
1991 yılında Waters, Seville Gitar Fuarına konuk sanatçı olarak davet edildi. Burada çaldığı bir parça yeni idi ve bir sonraki albümün gelişinin habercisiydi. Takvimler 1992 Eylülü gösterirken, Waters’ın üzerinde 4 yıl çalıştığı üçüncü solo albümü olan, Jeff Beck ve John Patituci gibi ünlü müzisyenlerle birlikte çalıştığı “Amused to Death”i yayınladı. “Amused to Death” Roger Waters’a hala yeni hayranlar katmakla birlikte, çıktığı yıl Waters’ın bütün bir teatral gösterisi için gerekli satış rakamına ulaşmadı ve bu sebeple albüme bir tanıtım turnesi düzenlenmedi.
AMUSED TO DEATH
Waters modern yaşam diye isimlendirilen sistemin koşullamaları üzerine gitmeyi hiç bir zaman bırakmadığı için bu albümde de savaş, siyaset ve pop kültürünün tüketici yönünü TV kanalları aracılığıyla toplulukları yönlendirmesini ve insanları kendi başlarına düşünemez hale getiren, pasifize eden yönlerini eleştirmektedir. Albümün adı Neil Postman’ın 1985 yılında yazmış olduğu “Amusing Ourselves to Death” (kendimizi ölümüne mutlu etme) kitabından gelir. Savaşın bile artık haber kanallarında sanki bir futbol maçı gibi oyun olarak anlatılması (Perfect Sense Part I & II) tüketimin ne kadar ironik ve tehlikeli bir hale geldiğinin göstergesidir. Füzeler ateşlenir, bombalar patlar ve insanlar ölür ama bunların hepsi bir skor olarak tabelaya yazılır. Ölümün aslında ne kadar acımasız olduğu Tiananmen meydanında öldürülen mühendisin genç kızının hikayesi ile anlatılır ancak medya burada bile olayı pazarlama olgusuna indirger. Albümün ilk bölümü ironik, ikinci bölümü ise ciddi anlamda trajiktir. Sözler ikinci bölümde ağırlaşır ve ölüm teması ön plana çıkar. Sanki hastanın koma halidir. Waters’ın konu üzerinde bu kadar ısrarla durmasının bir sebebi de kendini de aynı sistemin kurbanı olarak görmesidir. Barrett’ın duygusal bir çöküş yaşaması ve kendisinin de önce babasını, sonra en yakın dostunu kaybetmiş olması aklından hiçbir zaman çıkmamıştır. Tüm o uğruna savaşılan ve “başarı” olarak adlandırılan şeylerin aslında ne kadar boş ve hastalıklı, insanları biribirinden uzaklaştıran şeyler olduğunu anlaması Waters’ın yaşama bakışını çok değiştirmiştir. İnsanların medya aracığı ile türlü koşullama ve kandırmacalarla bir sürü gibi yönlendirilmesi ve devlet büyüklerine ait bu oyunlara kurban gidenlerle, onların geride bıraktıklarının yaşadıkları üzerine çok şey anlatır bu albümde Waters. Aradan geçen 25 yılda dünya bu yozlaşmışlığı çok daha yoğun olarak yaşarken ve haber kanalları artık albümün kapağındaki illustrasyon gibi medya maymununa dönüşmüşken, Waters’ın albümde anlattıkları halen daha ne denli doğru ve düşündürücüdür.
Bir içim su gibi aktı gitti yazı teşekkürler...
YanıtlaSil