Lhasa de Sela


Uzun zamandır mücadele ettiğim yazma tembelliğimi bir şekilde, her yeni başlangıcımda , ya programıma, ya yazıma konuk olan Lhasa ile yenmek herhalde bir tesadüf olsa gerek. Sanal alemin sonsuzluklarında uçuşan bloğumdan sonra dergideki ilk yazım.. Umarım vakit/sebat oranı bu sefer doğru çalışır ve sevgili Hakan’ın ayakta tuttuğu bu dergiye katkım sürekli olur.

Belki tesadüf ama Lhasa’nın her yeni albümü aslında bir sonrakinin devamı olmadığı gibi, her biri benim hayatımın müzikle ilgili bölümlerindeki gibi , ayrı ayrı birer başlangıç. Aslında bu yazı Lhasa’yı tanımayanlar için sadece son albümü ile ilgili olabileceği gibi, rahatlıkla daha önceki albümleri ile ilgili olarak da okunabilir.

Çoğu zaman, sevdiğimiz , alışık olduğumuz, kendini tekrar etmenin büyüsüne kapılmış bir çok sanatçının albümleri hepimize “o müziği” bilmenin rahatlığını verir. Dinlerken şaşırmayız, müziğin ana temasından kopar (çünkü muhtemelen içimizden bir sonraki ezgiyi biliyor ya da kendimizi o ezgiyi tahmin edebiliyor hissediyoruzdur), ince nüanslara, küçücük detaylara, virtüozitelere yoğunlaşırız.

Belki de bu nedenle Lhasa’nın, kendisiyle aynı adı taşıyan son albümünden bir kaç örneği web sitesinden ve ne yazık ki yetersiz bilgisayar hoparlörleri ile dinleyince ilk tepkim açıkçası “olmamış be yahu” olmuştu. Neyseki merakım önyargımın önüne geçti ve albümü satın aldım.

Lhasa’nın bu son albümünü tanıtmadan önce ilk iki albümünden bir iki satır da olsa bahsetmekte fayda var.

1997 tarihli ilk albümü La Llorana’nın getirdiği şaşırtıcı şöhretten bir sirkin (bir söylentiye göre, Cirque du Soleil) çılgın kostümleri ve maskeleri arasında saklanarak geçiren Lhasa ikinci albümünü çıkarmak için 6 yıldan fazla bekledi. İlk albümündeki Meksika’nın ranchera müziği , Doğu Avrupa’nın hüzünlü klezmer ezgilerive zaman zaman hissedilen underground ezgiler yerini ikinci albümü Living Road’da daha farklı, daha oturmuş ezgilere bıraktı. Her ne kadar farklı müzikleri yine bir araya getirmiş olsa da ilk albümü ile en önemli ortak noktası, tüm bu farklılıkları bir araya getiren hipnotize edici, yalnızlığı hissettiren sesi idi.

Kendisi ile aynı adı taşıyan son albümüne gelirsek ; Lhasa bir röportajında bu albümde doğal sesini bulduğunu , ilk defa teatral bir ses kullanmadan ve zorlanmadan rahat rahat şarkı söylediğini belirtiyor.

Albümü dinledikçe Lhasa’nın, tabiri caizse “tarzı sesinin önüne geçmeden “ sesinin en doğal haliyle şarkılarını söylediğini sizde fark ediyorsunuz.

Daha önce bir çok tarzdan ezgiler taşıyan Lhasa’nın müziği daha sadeleşerek folk , blues (blues derken belki klasik anlamda blues yerine daha şehirli, Tom Waits’in arızalı blues’una yakın demek daha doğru) ve biraz daha şiirsel bir tona doğru yönelmiş. İlk iki albümünden farklı olarak İspanyolca ve Fransızca şarkı sözlerine yer vermeyen Lhasa üçüncü albümünü tamamiyle Ingilizce sözlü şarkılara ayırmış.


Yazımızın başına dönersek , kendi sitesinin ingilizce bölümünde de vurgulandığı gibi her seferinde yeniden başlıyor Lhasa...

Korkmadan yeni ufuklara açılıyor, müziğine kah Leonard Cohen’in dinginliği egemen oluyor kah Tom Waits veya Nick Cave’in arızalı ama size dünyanın en güzel duygularını hissettiren şehirli blues’u, kah kendi halinde bir folk müzisyenin sadeliği. Lhasa’nın müziğinde “an” bir çok şeyden önemli. Bu albümlerde bir çok yeniliği ve değişikliği mümkün kılıyor.

Örnek vermek gerekirse albümde Sarah Pagé tarafından çalınan ve albümün müzikalitesinde önemli rol oynayan “arp” aslında hesapta yokken, hatta daha açık bir deyişle albümün alt yapısı oluşturulurken hiç planlanmamışken albüme alınmış. Sadece bu bile Lhasa’nın çalışmalarında özgürlüğün, denemelerin ne kadar önemli bir yer tuttuğunu göstermekte yeterli.

Pagé’nin dışında yer alan diğer müzisyenler akustik basta Miles Perkins, gitarda Joe Grass , gitar ve kemanda Freddy Koella ve vurmalılarda Andrew Barr. Bu müzisyenlerin dışında Thierry Amar albümün son parçası olan Anyone and Everyone’da bası çalmış. Lhasa’nın I’m going in de piyano da çaldığı albümde, tüm müzisyenler vokallere eşlik etmişler .

Albüm aşağıdaki 12 parçadan oluşuyor.
Is Anything Wrong
Rising
Love Came Here
What Kind of Heart
Bells
Fool's Gold
A Fish on Land
Where Do You Go
The Lonely Spider
1001 Nights
I'm Going In
Anyone and Everyone

Yazıyı bitirmeden önce Lhasa’nın bugüne kadar yaptığı üç albümde kişisel olarak bana en çok neyi hissettirdiğini en iyi Halil Cibran’ın aşağıda alıntıladığım Çocuklar şiirinin özetlediğini belirtmek istiyorum.

ÇOCUKLAR
Ve kucağında bebeğini taşıyan bir kadın konuştu:
"Bize çocuklardan bahset."
Ve o şöyle dedi:
"Çocuklarınız, sizin çocuklarınız değildir.
Onlar, Hayat'ın kendine olan özleminin oğulları ve kızlarıdır.
Onlar sizin aracılığınızla oldular, ama sizden değil;
Ve sizle olsalar da, size ait değiller...
Onlara sevginizi verebilirsiniz ancak, düşüncelerinizi değil;
Çünkü onların kendi düşünceleri olacaktır...
Onların bedenleri için bir yuva sunabilirsiniz;
ama ruhları için değil;
Çünkü onların ruhları, yarın'ın evini mesken tutmuştur,
sizin rüyalarınızda bile ziyaret edemeyeceğiniz...
Onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz;
ama onların sizin gibi olmaları için değil...
Çünkü hayat ne geri sarar, ne de dünde oyalanır...
Sizler, yaşayan oklar olarak
çocuklarınızı ileriye fırlatan yaylarsınız...
Yayı kullanan, sonsuzluğun içindeki hedef noktasını görür ve
bütün gücüyle sizi gerer ki, okları hızla uzaklara erişebilsin...
Okçunun elleri altında sevinçle eğilin,
Çünkü o, uçan okları olduğu kadar,
sarsılmaz yayları da çok sever..."

Halil Cibran

Lhasa’da kendi aracılığıyla söylenen şarkıları özgür bırakıyor ve her yeni albümünü, bir önceki albümünden veya bir önceki kendinden, daha ileriye atılan bir ok gibi yaratıyor.

Müziği duygularınızla dinlemeyi seviyorsanız Lhasa’nın üç albümününde koleksiyonunuzda yer almasında fayda var .

Aydın Eroğlu

Yorumlar