TRT 50.YIL ÖZEL DÜNDEN SESLER “TÜRK SANAT MÜZİĞİ” LP HAKKINDA DÜŞÜNCELER (A YÜZÜ)
Stereo Mecmuası web sitesi forum bölümünden haberdâr olduğum TRT 50.Yıl LP Seti’ni TRT Market’ten (yaklaşık 1 ay önce) satın aldım. (Tangolar LP’sinin ben almadan önceki stok durumu 2 idi, az önce baktığımda 43 olmuştu. Bu da TRT gibi önemli bir devlet kurumunun ne kadar “ciddi” uygulamalarda bulunduğunun küçük bir örneği olsa gerek... )
Kargo ile (çok da özenli olduğunu söyleyemeyeceğim bir halde) elime (dikkatsiz pakenlenilmiş olması sebebiyle bir tanesinin kartonetinin ucu kıvrılmış şekilde) ulaşan setin kartonet tasarımı ve kalitesi için TRT gibi köklü bir kurumun kuruluşunun 50. Yılına yakışır olduğunu söylemek bir hayli zor. Plak kalitesi ise elimdeki yabancı basım plaklarla karşılaştırıldığında “vasat-vasat altı” seviyesinde kalmakta.
TRT’nin kuruluşunun 50. yılında LP çıkarma fikrini isabetli bulmakla birlikte bu üç tarzdan en az ikişer LP’lik albümler yapılmış olmasını dilerdim. Böylelikle kartonette eserlerle ilgili daha geniş bilgilere yer verebilir, arşiv odalarında yıllardır tozlanan ve adeta hebâ olan “TRT arşiv hazinesi”nden daha çok yararlanmamızı sağlamış olabilirlerdi.
“Türk Sanat Müziği” LP’sini elime aldığımda bir kez daha karşılaştığım için söylemeden edemeyeceğim bir konu hemen dikkatimi çekti.
“Türk Sanat Müziği” ve “Türk Halk Müziği” tâbirlerinin TRT’nin politik sebeplerden ötürü millete zaman içerisinde benimsettiği birer "safsata" olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Biri Türk’ün sanatlı müziğiymiş ama halka ait değilmiş, diğeri Türk halkının müziğiymiş ama sanatlı değilmiş gibi bir algıya da yol açabilecek bu sonradan uydurulmuş “ayrıştırma politikaları" kültür hayatımıza vurulan darbelerden biridir. Örneğin bu ayrıştırma politikalarının sonuçlarından birini Türk müziği konservatuarlarında görmekteyiz. Bugün konservatuarlarda Türk Müziği, iki ayrı bölüm olarak (TSM, THM) ayrılmış, derslerin çoğu aynı olsa da sanki bunlar ayrı iki müzikmiş gibi müfredatlar bile hazırlanmıştır. Oysa ki bu plakta da örneklerine rastlayabileceğimiz gibi eskiden böyle bir ayrım söz konusu bile değildi. TSM (?!) solistleri TSM sazlarıyla türküler okur, THM (?!) solistleri gazellerden ayrı tutulamayacak bir üslupla uzun havalar okurdu, kimse de bu “çeşitliliği” bir “ayrım” olarak görmezdi.
LP’lerdeki repertuar seçimleri (özellikle Türk Müziği LP’leri için) “daha orijinal eserler seçilebilirdi” hissiyâtı uyandırsa da genel hatlarıyla kötü hazırlanmış olduklarını söyleyemem. Halkın sevdiği ve hatırladığı eserlere yer vermek böyle bir projede kabul edilebilir bir durumdur.
İçeriğe geçmeden önce son olarak eklemek istediğim bir diğer husus eserlerle ilgili bilgilerin yetersizliğidir. Eserlerin bestekârlarının, icrâya refâkat eden saz sanatkârlarının, güfte sahiplerinin ve makam isimlerinin belirtilmemiş olması, bunun yerine kartonetin büyük bir bölümünün TRT Genel Müdürü’nün takdim yazısına ayrılmış olmasını yadırgadığımı da eklemek isterim.
Gelelim “Türk Sanat Müziği” A yüzü eserlerine...
Albüm, Ankara Radyosu’nun önemli keman sanatçılarından olan Nâci Tektel’in Rast makamındaki giriş taksimiyle başlıyor. Klarnetçi İbrahim Efendi’nin oğlu olan Nâci Tektel, keman icrâcılığının yanı sıra bestekârdır. Öyle zannediyorum ki Sabâ’dan bestelediği “Uzayıp giden o tren yolları” isimli şarkısından hatırlayacağınız Nâci Tektel’in repertuarımızda çok fazla eseri bulunmamaktadır. Hüzzam’dan bestelediği “Ağlıyor kalbim benim derdime eş ararım”, “Çektiğim çile yeter hâlime bir bak”, “Hayran ediyor âlemi sevdâ dolu gözler” şarkıları bulunmaktadır. Bunun dışında Hicâz’dan “Haber gelmez gönül virâne kaldı” şarkısı ile “Kasap Havası” isimli saz eseri mevcuttur. Repertuarımızda 6 kadar eseri bulunan Tektel, 15 Ekim 1975 yılında hayata gözlerini yummuştur.
Mâlumunuz olduğu üzere Türk müziğinde “giriş”, “ara” ve “geçiş” adlarıyla üç çeşit taksim formu bulunmaktadır. Ayrıca Mevlevî Âyin’lerinde “baş” ve “son” taksimler yer alır. Bu albümün başında yapılan taksim, uzun ve artistik bir “giriş taksimi”nden ziyâde sadece makamın seslerinin gösterilerek solistin, eşlik edecek diğer saz sanatçılarının ve dinleyicilerin kulaklarını Rast makamına ısındırarak sözü soliste bırakmak maksadıyla yapılmıştır.
Taksimden sonra Hacı Fâik Bey’in Rast makamındaki şarkısını Melâhat Pars seslendiriyor.
Hacı Fâik Bey, Türk müziği tarihinde kâr, beste, ağırsemâî, şarkı, fantezi gibi birçok formda önemli eserlere imza atmış olan 19. yüzyıl bestekârımızdır. Özellikle Dügâh makamında bestelediği kâr formundaki eseri şâheser niteliğindedir. (Solistliğini Meral Uğurlu’nun yaptığı Cinuçen Tanrıkorur Topluluğu tarafından seslendirilen icrâ ise muazzamdır.)
Melâhat Pars’ın seslendirdiği albümün ilk eserinin güftesi:
Bir dâme düşürdü ki beni baht-ı siyâhım
Vallâhi bu sevdâda benim yoktur günâhım
Etmezse inâyet bana ol çehresi mâhım
Mutlak seni de (onu da) mahvedecek âteş-i âhım
Mefûlü mefâ'îlü mefâ'îlü fe’ûlün veznindeki bu şiirin kime ait olduğu bilinmemektedir. Bestekâra ait olma ihtimali yüksektir. Elimizdeki bazı notalara şiirin son mısraındaki “Mutlak seni de mahvedecek âteş-i âhım”, “Mutlak onu da mahvedecek....” şeklinde yazılmıştır. Ancak Melâhat Hanım da bu icrâsında “Mutlak seni de...” şeklinde okuyor.
Melâhat Pars 1918’de dünyaya gelmiş, küçük yaşlarda ciddi mûsikî eğitimi görmüş, devrin önemli cemiyetlerinden Dârütta’lîm-i Mûsikî Cemiyeti’ne devam etmiş, Fahri Kopuz, Nûri Halil Poyraz, Mesut Cemil Bey gibi önemli hocalardan dersler almıştır.
1944 yılında Ankara Radyosu’na solist olarak girmiş 10 yıl sonra İstanbul Radyosu’nda görevine devam etmiştir. 1985 yılından itibaren Kadıköy, Kalamış ve Marmara Mûsikî Cemiyetleri’nin yöneticiliğini ve hocalığını yapmış, birçok talebe yetiştirmiştir.
2005 yılında aramızdan ayrılan Pars’ın “Ben gamlı hazan...” başta olmak üzere bilinen bir çok bestesi mevcuttur.
Üst düzey icrâsıyla ses sanatkârlığındaki başarısı âşikâr olan Melâhat Pars; kullandığı doğru perdeler ve temiz üslûbuyla albümdeki ilk eserin hakkını vererek okuyor.
Albümün ikinci eseri Şâkir Ağa’ya ait Bûselik makamında bir şarkı “Dün gece sende ben derd- mende”...
Şâkir Ağa’nın belki de kariyerindeki en büyük talihsizliği Türk Müziği’nin en büyük bestekârlarından biri olan Hammâmîzâde İsmâîl Dede Efendi ile aynı dönemde yaşamış olmasıdır. Şâyet Dede ile aynı dönemde yaşamamış olsaydı eminim ki bugün Şâkir Ağa ismini daha iyi biliyor olurduk.
Son derece sanatlı eserler bestelemiş olan bestekârımız 1840 yılında vefât etmiştir.
(Dede Efendi’yle aralarında gizli bir rekâbet olduğu rivâyet olunan Şâkir Ağa’nın Ferahfezâ makamıyla ilgili Dede Efendi’yle yaşadıkları anektodu ilgililerin mutlaka araştırıp okumalarını tavsiye ederim.)
Bûselik eseri, yaşayan en büyük ses sanatkârımız olan Alâeddin Yavaşca seslendiriyor. Türk müziğinin (genel ve olması gereken) icrâ şekli olan az sayıda enstruman eşliğiyle...(bugün şahit olduğumuz yüz kişilik TSM koroları, Batı taklitçiliğinin gülünç bir göstergesidir!)
Klâsik üslûbuyla, doğru perdeleriyle, teknik yeterliliği ve güzel sesiyle farklılık yaratan bir icrâ dinliyoruz Alâeddin hocadan bu plakta... Ayrıca bu eserin sözlerinin anlamı sebebiyle çok da fazla okunmamış olduğunu hatırlatmalıyım. (Bu durum da câmiâdaki ayrı bir garabettir doğrusu...)
Alâeddin Yavaşca hoca hakkında bilgi vermek şimdiden uzamaya meyyâl olan bu yazımızı çok daha genişletecektir hiç kuşkusuz. İlgililerin hoca hakkında geniş bilgilere ulaşması hiç de zor değil. Ancak kısaca belirtmek isterim ki, “sanat güneşi”, “diva”, “taş bebek” vs. benzetmeleriyle popüler olmuş ve Klâsik Türk Müziği’ni okuyabildikleri eserlerden ibaretmiş gibi gösteren çoğu sanatçının hocalarının hocası konumunda bilgi, kültür, yetenek ve edebe sahiptir Alâeddin Yavaşca... Allah’dan kendisine selâmetler diliyorum. Umarım TRT, Klâsik Türk Müziği’nin bir başka duayeni olan Bekir Sıtkı Sezgin örneğinde olduğu gibi hocayı hatırlamak için vefât etmesini beklemez. (Gerçi Zeki Müren’in vefâtından hemen önce aldığı ödül töreni görüntülerini yüzlerce kere yayınlayarak hafızamıza adeta kazıtan TRT, Zeki Müren’den birkaç hafta önce vefât eden Türk Müziği'nin en önemli üstadlarından Bekir Sıtkı Sezgin’e layıkıyla bir anma programı bile yapmamıştır.)
Plakta bir sonraki eser Isparta yöresine ait bir türkü. “Evlerinin önü mersin”. Solist “Türk Sanat Müziği” sanatçısı İnci Çayırlı. Refâkat edenler de “Türk Sanat Müziği” sazları.. Bu işte bir yanlışlık olmasın? Hani sanat müziğiyle halk müziği “iki ayrı müzik”ti? Hiç türküler kanun, ud, vs. eşliğiyle sanat müzikçi bir solist tarafından okunur muydu?
Demek ki okunuyormuş. Demek ki bu yapay ayrıştırmalar birileri tarafından sonradan ortaya çıkartılan hezeyanlarmış.
Muzaffer Sarısözen tarafından derlenen türküyü İnci Çayırlı fevkâlade güzel seslendiriyor. Akıcı, pırıl pırıl bir ses dinliyorsunuz. Eşlik sazları da özenli, disiplinli ve karakterli bir icrâ sergiliyor. “İyi ki plağı edinmişim” düşüncesi içinizde büyümeye başlıyor...
İnci Çayırlı Türk Müziği’nin yaşayan en önemli hanım ses sanatkârlarındandır. Münir Nûreddin Selçuk’un hem talebesi hem de (aynı sahneyi defalarca paylaştığı) vokalisti olmuştur. Birçok Yeşilçam filmindeki şarkıları da onun sesinden dinledik. Ayrıca yaptığı nitelikli konser ve albüm çalışmalarının yanısıra hocalığıyla da duayenler arasında yer alan Çayırlı, farklı okuyuş üsluplarını bir arada harmanlamayı becerebilmiş ender ses sanatkârlarımızdandır. Yaşına rağmen hâlâ çok başarılı icrâlara imza atmaya devam eden İnci hocayı bir fırsatını bulup canlı dinlemenizi tavsiye ederim.
LP’nin dördüncü eseri Tanbûri Cemil Bey’e ait Şehnâz makamında bir şâheser.
“Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok”... Burada biraz durmamız gerekecek çünkü hem şarkının bestecisi, hem söz yazarı, hem şarkıya giriş taksimi yapan Zühtü Bardakoğlu ve enstrumanı santur, hem de solisti Muzaffer Birtan hakkında yazılacak çok şey var.
Öncelikle bestekârından biraz bahsedelim.
Tanbûri Cemil Bey hakkında eminim ki birçok şey duymuşsunuzdur. Örneğin “Klâsik Türk Müziği’nin peygamberi” ifâdesi... Bu denli iddialı bir cümlenin sebebi nedir, kısaca açıklamaya çalışalım.
Türk Müziği tarihinin ilk sesli kayıtları Tanbûri Cemil Bey’e ait olan taş plaklardır. “Orfeon Records Tanbûrî Cemil Bey tarafından...” diye başlayan cızırtılı plakları dinlememiş Klâsik Türk Müziği sevdâlısı hemen hemen yok gibidir. Blumenthal Kardeşler tarafından kurulan Orfeon Records’a ait Tanbûrî Cemil Bey kayıtları olmasaydı, Türk Müziği perdeleri, üslubû, dinamizmi ve çeşitliliği hakkında fikrimiz olmayacaktı. Yada balmumuna kaydedilen teknik Cemil Bey’den hemen sonra geliştirilmiş olsaydı, insanlık, Cemil Bey gibi bir dehâyı dinleyememiş olacaktı.
1916 yılında 43 yaşındayken vefât eden virtuozümüz, tanbur dışında klâsik kemençe, viyolonsel, lavta gibi pek çok enstrumanı son derece üstün bir seviyede çalardı. Tanbur dışındaki enstrumanlarla da plaklar yapmış olan Cemil Bey hakkında sayfalar dolusu yazıyı hiç sıkılmadan yazabilirim... Ancak yazının amacından mümkün olduğu kadar çıkmamaya gayret göstermem gerektiğini unutmamalıyım.
(Belki sitemizdeki üstadların bazılarında Cemil Bey’e ait orijinal taş plaklar bulunuyordur. Hiç dinlememiş olanlar varsa mutlaka bu kayıtları dinlemelerini tavsiye ederim.)
Cemil Bey’in bestelediği sözlü eser sayısı saz eserleri kadar çok değildir. Bu durumu fazla sayıda sözlü eser bestelemek istememe tercihine bağlayabileceğimizin kanıtı, plakta dinlediğimiz şehnâz makamındaki şâheseridir. Aslında Cemil Bey’in her taksimi bir eser gibidir. Hiç bitmeyen cümlelere sahip melodik kurguları, müthiş sağ ve sol el tekniği, günümüzde hâlâ taklit edilmesine rağmen pek de muvaffak olunamayan perde baskıları, dinamizmi ve müziğe bakış açısı olağanüstü seviyededir. Hakkında yazılabilecek çok şey olmasına rağmen içim elvermese de bu kadar izâhla yetinmek durumundayım...
Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok
Efsûs ki gamdan beni âzâd edecek yok
Te’sîr-i muhabbetle yıkılmış müteellm
Virâne dili bir dahî âbâd edecek yok
Yâ Râb, ne için zâr Nigâr-ı şu cihânda
Nâşâd edecek çoksa da dilşâd edecek yok
Nigâr Hanım’ın hüzünlü yaşantısını da fevkalâde yansıtan bu enfes şiir, hâfızalarımızdan çıkmayacak niteliktedir. Türk edebiyatının önemli hanım şairlerinden olan Nigâr Hanım sekiz dil (Fransızca, Rumca, Almanca, İtalyanca, Ermenice, Arapça, Farsça ve Macarca) bilmekteydi. 6 kitabı bulunan Nigâr Hanım’la ilgili geniş bilgi için Nazan Bekiroğlu’nun “Şair Nigâr Hanım” ismindeki kapsamlı kitabına başvurulabilir. Cemil Bey’in çağdaşı olan Nigâr Hanım, hüzünlü bir hayat geçirmiş ve 1918 yılında İstanbul’da vefât etmiştir.
Eser, Zühtü Bardakoğlu’nun santur taksimiyle başlıyor. Estetik melodilerle kaplı, makamı güzel tarif eden ve birazdan başlayacak olan esere kulaklarımızı hazırlayan başarılı bir taksim yapıyor Bardakoğlu...
Santur, günümüzde pek icrâ edilmeyen, kanun sazının atası diyebileceğimiz, kanun gibi tellerin düz bir satıh üzerine gerilerek akortlandığı, kanundan farklı olarak mızrapla değil bir çeşit bagetlerle (küçük çekiçlerle) tellerin üzerlerine vurmak suretiyle çalınan yaklaşık 3500 yıllık geçmişi olan bir enstrumandır. Santur’daki temel ses elde etme mantığı piyanonun icâdına da ilhâm olmuştur. Bize 1800’lü yılların başlarında gelen ve Santûrî Edhem Efendi ile birlikte populerleşen santur, çalma zorlukları sebebiyle günümüzde tercih edilmemektedir. Her teli çalınacak makama göre ayrı akortlanması gerektiğinden meşakkatli bulunan bir sazdır. Ben santuru canlı olarak dinledim hatta biraz da çalmışlığım vardır. Çok hoş bir tınıya, rezonansı yüksek bir akustiğe sahip bir enstrumandır. Keşke günümüzde icrâcılarının sayısı artabilse...
İşte icrâcısı çok az olan santur sazının en önemli sanatkârlarından biri rahmetli Zühtü Bardakoğlu idi. 1903 İstanbul doğumlu olan Bardakoğlu, santuru, üstâdı Ziya Santur’dan 17 yaşındayken öğrenmiş, 1924’de Riyâset-i Cumhur Fasıl Heyeti sınavlarını kazanarak Ankara’ya yerleşmiştir. 1929-1938 yılları arasında Atatürk’ün yanında santur çalmıştır. Ata’nın vefâtında sonra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda percussion sanatçılığı yapmış, 1967 yılında yaş haddinden emekli olmuş, 1993 yılında vefât etmiştir.
Eserin solisti Muzaffer Birtan. Ankara ve İstanbul Radyosu’nda ses sanatkârı olan Birtan 1922 yılında Ankara’da doğmuştur. Beraber ve Solo Şarkılar ile Klâsik Koro şef yardımcılığı görevlerinden sonra Münir Nûreddin Selçuk’un vefâtından sonra koro şefliği yapmıştır.
İcrâyı dinlerken Birtan’ın eseri “anlayarak” okuduğunu farkediyorsunuz. Bu konu çok önemlidir. Günümüzdeki bazı sanatçıların eser yorumlamalarına bakarsınız okuduğu eserle gerek mimik ve jestlerinin gerekse okuyuşundaki üslûbun alakası olmadığını görebilirsiniz. “Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok” diyecek mesela solist, sanki ettiği feryâd değil de mutluluk çığlığı, yada bir nârâ veyâhut bir bağırış-çığırışmış gibi bir edâ ile okuyor... Birtan ise eserde güftenin ne ifâde ettiğini aktarma konusunda titiz davrandığını hissettiğimiz bir okuyuş gerçekleştiriyor. İcrâdan etkilenmiş olarak bir sonraki esere geçiyoruz...
Sırada Hicâz makamında bir şarkı var. “Demem cânâ beni yâd et”. Sözleri Hamdi Bey’e ait eserin bestecisi meşhur Şevki Bey. (Hani 31 yaşında vefât etmesine karşın binin üzerinde eser besteleyen, Hacı Ârif Bey’in talebesi olan bestecimiz...) Çok sevdiği için Uşşak ve Hicaz makamından bir hayli eseri olan Şevki Bey, LP’deki Hicaz eserde de Uşşak makamına geçkiler yapmayı ihmâl etmemiştir.
Şarkının başına çok kıymetli tanbur üstâdımız rahmetli İzzettin Ökte bir giriş taksimi yapıyor. Tanbûrî Cemil Bey ve günümüzün yaşayan en büyük tanbur üstâdı Necdet Yaşar üslûbundan farklı bir üslûpla çalan İzzettin Ökte üslûbunu da her zaman çok beğenmişimdir. Lâtif, hissiyâtlı ve yumuşak tanbur çalışı, fevkalâde zengin ve renkli melodik cümle kurguları ve üst düzey makam bilgisiyle her taksimini zevkle dinlememizi sağlayan Ökte’nin bu şarkının başına yaptığı Hicâz taksim de son derece içli ve ardından okunacak esere uygun bir kompozisyonla icrâ edilmiştir.
Eseri fevkalâde güzel sesiyle başarılı bir şekilde icrâ eden Tulûn Korman, Münir Nûreddin Selçuk’un talebesidir. Okuyuşundaki başarılı tril ve çarpmalarıyla dikkat çeken Korman'ın icrâsı, LP’nin A yüzünün sonuna doğru daha da keyiflenmemizi sağlıyor. Saz refâkatinde ufak tefek kaçaklar olsa da eseri zevkle dinleyebiliyoruz.
LP’nin A yüzünün son eseri Kaptanzâde Ali Rızâ Bey’in Kürdîlihicâzkâr makamındaki bilinen bir şarkısı. “Her tel saçı bir ter dudağın değdiği yerdir, uslanmadı yaşlanmadı hayret senelerdir...”
Kaptanzâde, 1881 yılında İstanbul’da doğmuş yirmili yaşlarda kanun çalmayı öğrenmiş ve birçok beste yapmıştır. Ayrıca Hayâli (Karagöz-Hacivat oynatan kişi) de olan Kaptanzâde, aynı zamanda iyi bir aktördür de. Bilinen şarkılarının arasında “Yıldızların altında” yı hatırlayabiliriz. Bunun dışında operetler de bestelemiş hatta kendisi de bu operetlerde oynamıştır. 1934 yılında vefât etmiştir.
1927 doğumlu olan solistimiz Sabite Tur’un ilk mûsikî hocaları Sâlih Orak ve Eyyûbî Ali Rızâ Şengel’dir. Daha sonraları Selahattin Pınar ve Sâdeddin Kaynak gibi üstadlarla da çalışma imkânı bulmuştur.
Kısa bir süre Ankara Radyosu’nda çalıştıktan sonra İstanbul’a yerleşmiş bir taraftan İstanbul Radyosu’na devam etmiş diğer yandan gazino programlarına başlamıştır. Selahattin Pınar ile sahne aldığı gazino programları çok beğenilirmiş. Bunların yanısıra televizyon programları, plak kayıtları ve solo konserler de yaptı.
Gazino programları deyince bazı kimselerin aklına bugünkü gazino programları gelebilir. Ancak geçmişteki durum çok farklıydı. Özellikle Tepebaşı, sonraları Maksim gibi gazinolar (tabi ki halka da yönelik bir repertuarla) ciddi mûsikînin icrâ edildiği mekânlardı. Bugünkü gibi zevksizliklerin sergilendiği avam ortamlarla kıyaslanamazdı bile. Sabite Tur bir yandan gazino programlarına devam ediyordu ancak diğer yandan bantlara sürekli klâsik eserler okuyordu. Birçok klâsik eserin kaydına Sabite Tur’un o efsunlu sesinden ulaşmak bugün dahi mümkündür. Ancak sadece klâsik eserler de okumamıştır. Gününün şarkı ve fantezilerine de sık sık yer vermiştir. Geniş ses aralığına sahip olduğu, tiz bölgelere hiç zorlanmadan geçişler yapabildiği ve kıvrak hançeresiyle adeta dinleyenleri hayrete düşürebildiği için “keman sesli kadın” olarak da anılmıştır.
Mualla Mukadder icrâsını da çok beğenmekle birlikte Sabite Tur’dan “Erişti nevbahâr eyyâmı” adlı şarkıyı dinlemenizi tavsiye ederim.
LP’nin son eserini Gülerman tane tane okuyor. Eserin giderini (temposunu) şarkının bugünkü icrâlarında sıkca gördüğümüz gibi yüksek tutmak yerine güfteleri daha da anlaşılır kılarak ve bastığı hemen her sesi işleyerek özenle bizlere aktarıyor. Bu kayıt, bu şarkının bugüne kadar benim dinlediğim en iyi solist icrâlarından biridir diyebilirim. Finalde bir oktav üste geçerek eseri bitirmesi, günümüzdeki bazı “diva”ların finaldeki “bağırma” yada “böğürme”leriyle kıyaslanamayacak kadar yumuşak ve estetiktir.
Saz eşliğinde bazı akortsuzluklar ve özensizlikler dikkat çekse de Sabite Hanım eseri son derece keyifle dinlememizi sağlamaktadır.
Burak KAYNARCA
20 Temmuz 2014
Afyonkarahisar
Yorumlar
Yorum Gönder